Gelin Bir Kere Daha Kendimiz Olalım

Gelin, milletçe gönüllerimizi cehaletten, kabalıktan, bağnazlıktan, kinden, nefretten, hasetten arındırarak, dinî desen ve millî renklerimiz çerçevesinde yeniden kendimiz olalım. “Erbaîn”ler çıkarırcasına, gece-gündüz sürekli nefsanî arzularımıza karşı durarak, kalblerimize ve ruhlarımıza rahat bir nefes aldıralım.

Gelin son bir kez daha, bizi Hak’tan uzaklaştırıp cismaniyetin esiri hâline getiren nefis ve şeytanın bütün karanlık oyunlarına “yeter!” diyerek, inancımızın gücüyle, Kudreti Sonsuz’un birer nüve şeklinde mahiyetimize yükleyip genlerimize işlediği “ahsen-i takvîm”e mazhariyetin esasları sayılan iç dinamiklerimize yönelip insânî husûsiyetlerimizin gereklerini yerine getirelim.

Zaten eğer içinde bulunduğumuz şu kritik günlerde, bütün bilgi, görgü ve müktesebatımızı insan, kâinat ve Yaratıcımünasebetlerine bağlayarak gerçek ilim ve marifete yönelmezsek, ilim adına bir kısım vehimlere kurban gitmemiz, kazanma kuşağında kaybetmemiz ve “Onlara, kendisine âyetlerimizi verip duyurduğumuz densizin kıssasını da anlat; anlat ki o, sahip olduğu bilgisine rağmen, sıyrılıp (tekvînî veya tenzîlî) âyetleri (idrak çerçevesinin) dışına çıktı. Derken şeytan onu kendine uydurup kendine benzetti; o da onun arkasına takıldı ve azgınlardan biri oldu.”[1] âyetinde anlatılan talihsizin durumuna düşmemiz kaçınılmaz olacaktır. İlimlerin evhama dönüştüğü, hikmetin abeslere inkılâp ederek tam bir tereddüt kaynağıoluşturduğu, bütün varlık ve eşyanın ürperten cenazeler hâlini alıp içlerimize korkular saldığı bir duruma düşmenin ise, düz cehaletten daha tehlikeli olduğu açıktır.

İnsanı, haktan, varlığın hakikatinden uzaklaştırıp kendi özüne de yabancılaştıran gayesiz, hedefsiz bilgi ve müktesebatı, bir meçhul şairimiz şöyle ifade eder:

“ Ümmî kalıp cazibe-i dine incizap,

Evlâ değil mi âlim olup çekmeden azap.”

Öyle ise gelin, bilmeyi bilelim; kendi özümüzü keşfetmeye çalışalım ve vicdanlarımızı marifetle harekete geçirerek el ele, gönül gönüle hep beraber Hakk’a yürüyelim. Suların döne döne ve değişe değişe ummana yürüdüğü gibi “Biz hepimiz Allah’a aidiz –bu aidiyete ruhlarımız feda olsun– ve mutlaka O’na döneceğiz.”[2] mülâhazasıyla, varlığımızı değerler üstü değerlere yükseltecek üst üste süreçlerden (vetire) geçip kendi mahiyetimize münasip bir şekil almaya, ruhumuzun ufkuna ulaşmaya veya özümüzle bütünleşmeye daha ciddî gayretler gösterelim.

Evet, sular, ummandan, mini mini nem parçacıkları halinde ayrılır; enerjilerini kullana kullana, mahiyetlerinin müsaadesi çerçevesinde zıtlıkları aşar, “çiy noktası”na ulaşır.. birbiriyle bütünleşir ve ayrı bir mahiyet alırlar; ardından da bin bir tarraka ve ışık oyunları içinde yeniden baş aşağı toprağın bağrına boşalır; arzın derinliklerinde rezervi azalan veya tamamen biten havuzları doldurur; kuruyup ciğeri yanmış ovanın-obanın imdadına koşar; bağların-bahçelerin yüzünü güldürür ve geçtiği her yerde yolunu gözleyenlere tebessümle mukabelede bulunurlar. Her şeyle ve herkesle sarmaş-dolaş olur, hemen bütün muhtaçları şefkatle kucaklar ve hiçbir ayrım gözetmeden hemen hepsinin hararetini giderirler. Sonra da, yeniden, derin bir birleşme tutkusu ve kendi havuzuna ulaşma sevdasıyla, çaylar-ırmaklar oluşturarak yürürler değişik çağıltı musikileriyle göllere-deryalara.. her zaman bir gözü atmosferin derinliklerinde, diğeri arzın enginliklerinde, bitmeyen bir aşk u şevkle döner dururlar yer-gök arasında.. hem de edip eylediklerini başa kakmadan, kimseyi mahrum bırakmadan, herkesi, her şeyi, her yeri sevindirir ve bütün muhtaçların yüzlerini güldürürler; güldürür, insaf ve insaniyetimize tembihlerde bulunarak, bizi iradelerimizin hakkını vermeye çağırırlar.

Aslında, canlı-cansız ekosistemin bütün unsurları birbirleriyle el ele, omuz omuza öyle bir birlik içindedir ki, dahasıolamaz. Evet, en küçük ve önemsiz görünen yaratıklardan en dev ve cesametli varlıklara kadar her şey ve her nesne, bir vücudun uzuvları gibi belli bir plân çerçevesinde, hep birbirinin imdadına koşmakta, birbirine yardım ellerini uzatmakta hatta çok defa hayatlarını hep başkalarını yaşatmaya bağlı sürdürüp tam bir dayanışma ve yardımlaşma örneği sergilemektedirler: Güneş, o dev cesameti ve o her şeyi kucaklayan sımsıcak atmosferiyle, tıpkı şefkatli bir anne gibi, tesir alanına giren hemen herkesi ve her şeyi sıyanet kanatları altına almakta, hiçbirini mahrum etmeden hemen hepsini görüp gözetmekte ve varidatınıonların başlarına boşaltarak türlü türlü ışık-renk oyunlarıyla her zaman emre amade olduğunu haykırmaktadır. Toprak, su, hava ve bunları teşkil eden daha küçük elementler, apaçık birer hizmetkâr gibi, bizim ve daha başkalarının imdadına koşmakta, yaşamamıza, varlığımızı sürdürmemize kol-kanat germektedirler. Bağlar-bahçeler, bağlarda-bahçelerde meyveler-sebzeler, semâvî sofralar şeklinde önümüze konup-kalkmakta ve bize ziyafetlerin en nefislerini sunmaktadırlar; sunmakta ve kâinatta cârî umumî ahenk adına ruhlarımıza teavün ve tesanüt duyguları fısıldayarak gönüllerimizi yüksek insanî değerlere uyarmaktadırlar.

Öyleyse gelin, bütün varlık ve eşya, varlık ve eşyanın arkasındaki ruhanîler ve melekler gibi biz de el ele, gönül gönüle birbirimizi candan kucaklayalım ve iradelerimizin hakkını eda etme azmiyle, içimizdeki kin, nefret, ihtiras, düşmanlık, şehvet… gibi hayvanî hisleri söküp atarak, ruhanîlerin o tertemiz havasına dem tutmaya çalışalım.. kalbî ve ruhî hayat ufkuna otağlar kurarak hak yakınlığına açık duralım.. ve içlerimize akan arz u semanın güzelliklerinden, lâhut âleminin o el değmemişgüllerinden, çiçeklerinden hazırladığımız buketlerle sevgiye ve güzelliğe aç gönüllere bayram şölenleri yaşatalım…

Gelin, cismaniyet ve nefsanîliğin o boğan, bunaltan dar mahbesinden sıyrılarak, biraz da ruhların ferah-feza ikliminde kanat çırpıp pervaz etmeyi deneyelim: Sürekli Allah için işleyip Allah için başlayalım.. Allah için görüşüp Allah için konuşalım.. ve O’nun hoşnutluğuna götürmeyen her davranıştan da uzak durarak, ömürlerimizi bütün bütün O’nu memnun etmeye adayalım: Ellerimizi-ayaklarımızı, gözlerimizi-kulaklarımızı, dillerimizi-dudaklarımızı O’nun istediklerine bağlayarak, her hamle ve her hareketimizde O’nun sadık bendeleri olduğumuzu haykıralım.. ömrümüz oldukça hep hak aşkı, insanlık sevgisiyle oturup kalkalım.. dünyadan göçüp gideceğimiz zaman da birer aşk ve muhabbet şehidi gibi, ruhanîlerin uçuşup durduğu âleme gidiyor olma şuuruyla ayrı bir aşkınlık neş’esi ortaya koyalım…

Gelin, bütün benliğimizle Hakk’a yönelip Hak’ta buluşalım.. böyle bir nokta itibarıyla unutulacak şeyleri bütünüyle gönüllerimizden çıkarıp atalım ve tutulup korunması gereken değerleri de birer göz nuru gibi canlarımızdan daha aziz bilerek, sinelerimizin nefse ve şeytana kapalı en mahrem yerlerinde sımsıkı korumaya alalım; ulaşmasın, ulaşamasın ona hiçbir hain düşünce ve zalim el, ilişemesin hiçbir menfur emel.

Gelin, vicdanlarımızın Hakk’a ulaşma heyecanını bir iman derinliği, bir “şeb-i arûs” neşvesi gibi duyup, bu neşveyi sinelerimizin en yüksek tepelerinden bir ezan edasıyla haykırarak, bin bir yabancı gürültüyle sağırlaşmış bütün kulaklara yepyeni bir ezel bestesi duyuralım; duyurup bütün gönülleri coşturalım. Bir yandan çehrelerimizin kirlerini gözyaşlarıyla giderirken, diğer yandan da sinelerimizi en mahrem duyguların heyecanlarıyla coşturabildiğimiz kadar coşturup bütün samimiyetimizle; “Dil bir beyt-i Hudâ ise, temizledik onu mâsivâ kirlerinden; ey can, doğ artık ruhlarımıza ve bize yalnız olmadığımızı duyur; duyur ve gurbetlerin en acısıyla kıvranıp duran gönüllerimizi marifetinle doyur.” diyerek varlığımızı bir kere daha cihanlara haykıralım.

Gelin ne olur.! Öyle bir canı kucaklayalım ki, kucaklamaya ve beraberliğe değsin ve neticede asla pişmanlık duyulmasın. Bence, fânilik kirlerinden arınmanın ve ömür boyu melekler gibi tertemiz yaşamanın yolu da bu olsa gerek.. gelin, hep bu yolda olalım ve yok olup gitmekten kurtulalım. Zaten yazda doğup kışta ölenlere, baharda hazan endişesiyle tir tir titreyenlere gönül vermeye de değmez ya…

Gelin, bütün insanlar karşısında, tıpkı meyveli ağaçlar gibi olalım; olalım ve semtimize sokulanları, gölgeden daha başka şeylerle de mükâfatlandırarak, bütün varidatımızla onların başlarına boşalıp duralım ve tabiî kendimiz de her zaman toprakla sarmaş-dolaş kalalım…

Gelin, güç, kuvvet, servet, hâkimiyet ve daha değişik imkânlar gibi bir kısım zahirî fâikiyet unsurlarını, Hakk’a karşı birer medyûniyet, tevazu ve mahviyet vesilesi sayarak, Allah’ın ihsan ettiği bütün bu mazhariyetleri, O’na bağlı görme idrak ve şuuruyla ölçüp, biçip, değerlendirip onları gönüllerimizde iki büklüm olma duygusuna çevirelim; çevirip bütün tavır ve davranışlarımızı Hak karşısında rükû ve secde hâliyle, insanlar karşısında da saygı ve muhabbetle bezeyelim.

 

[1]      A’râf sûresi, 7/175.

 

[2]      Bakara sûresi, 2/156.

 

Bu yazıyı paylaş