Kalbin Zümrüt Tepeleri – İrşad ve Mürşid -1

Doğru yolu gösterme, gönülleri Hakk’a uyarma; söz, yazı ve daha değişik vesileleri değerlendirmek suretiyle kalben, fikren insanların Allah’a ulaşmasına engel sayılan mâniaları bertaraf ederek duygu ve düşünceleri Hak’la buluşturma; Hak’la tanışık ruhların da O’nunla münasebetlerinde daha bir derinleşip yükselmelerine vesile olma mânâlarına gelen irşad; insanları ferden ferdâ veya cemaat hâlinde hususî bir terbiyeye tâbi tutarak bunların içindeki liyakatlileri “bilkuvve” ve “bilistidat” insanlık seviyesinden “bilfiil” insan olma mertebesine; tabir-i diğerle, “insan-ı kâmil” olma ufkuna yönlendirmenin unvanı olagelmiştir.

İrşadı; zâhir ve bâtına vâkıf, kalb-kafa izdivacına muvaffak olmuş yetkin kimselerin, bir kısım istidatları, seviyeli insan olmaya çağrısı şeklinde anlamak da mümkündür. Bu mânâda ona, kalb ve ruh kahramanlarının, kendi hususî mazhariyetlerini başkalarına duyurma cehdi de diyebiliriz ki, işte böylelerinin elinde her zaman kömürler elmasa dönüşmüş, taş ve toprak da altın seviyesine yükselmiştir. Aslında, irşad ve mürşid konusunda tasavvuf erbabı da meseleyi hep bu çerçevede ele almış ve onu, aşkın insanların insanüstü gayretleri şeklinde yorumlamışlardır. Onlara göre, gönülleri Hakk’a uyarma adına ortaya konan seviyesiz, kalitesiz gayretlere irşad denemeyeceği gibi, ruhlara insan-ı kâmil olma ufkunu açamayanlara da mürşid denemez; denemez zira bunların kendileri irşada muhtaçtırlar ve mutlaka terbiye edilmelidirler. Bir enfes Türk atasözünde:

                            Kendi muhtâc-ı himmet bir dede,

                            Bilmez ki gayra nasıl himmet ede.

denir ki tam böyleleri için söylenmiş gibidir. Üsküdarlı Salim Süleyman ise, bu mülâhazayı biraz da şairâne bir eda ile şöyle seslendirir:

                            Şeyhimiz kendisi ilimde kalmış âciz,

                            Nerde kaldı ki keyfiyet-i irşadı bile

Bağdatlı Rûhî’nin konuya yaklaşımı daha da alaylı bir üslûp iledir:

           Gör zâhidi kim sahib-i irşad olayım der,

           Dün mektebe gitti, bugün üstad olayım der.

Aslında, dünya hayatında kalıcılığı ve uhrevî neticeleri itibarıyla en değerli bir iş varsa o da irşaddır; tabiî en kıymetli insan da irşad eri olan mürşiddir. Ne var ki, herkesin irşadı da onun kamet-i kıymetine göredir; öyle ki bu konuda kutbiyet ve gavsiyet dairelerinin irşad kahramanlarından düz mev’izecilere kadar bir sürü irşad erinden bahsetmek mümkündür.

Umumî mânâda mürşid; kısmen üzerinde de durduğumuz gibi, irşadla alâkalı bütün esasları ruhunda toplamış bir hakikat dellâlı, bir mânâ kahramanı ve gönüllere Hak nefehâtını duyuran bir peygamber vârisidir. Ona “seccadenişîn”, “postnişîn” veya “şeyh” denmesi, irşad vazifesindeki bir kısım hususî durumları itibarıyladır. Şöyle ki, tavzif, salâhiyet, Hakk’a kurbet ve ilm-i ledünne açık olma gibi imtiyazları olan bir mürşid, düz bir vaiz ve nâsihten çok farklıdır: Sıradan bir irşad eri, anlatıp duyuracağı hakikatleri kendi gönül ve idrak ufkuna göre duyar, hisseder ve başkalarına da bu çerçevede duyurur; Hakk’ın matmah-ı nazarı ve bir kutup yıldızı gibi herkese yol gösteren bir kutup veya kâmil mürşid ise, anlatıp duyuracağı hususları temel kaynakların renk ve desenine göre yorumlar, seslendirir ve başkalarına sunacağı her şeyi kalb ve ruhunun şivesiyle sunar; kutbiyetini gavsiyetle derinleştirmiş özel donanımlı bir kâmile gelince –mevsimi gelince bunların üzerinde durmayı da düşünüyoruz[1]– atmosferine giren herkese ufkunun boyasını çalar ve onları Kur’ân ve Sünnet malzemesiyle âdeta yeniden inşa eder.

Hangi seviyede olursa olsun irşad, Hak rızasının hedeflenmesi şartıyla, kulluk vazifelerinin en mübecceli, böyle bir mükellefiyeti, mazhariyetleri ölçüsünde yerine getiren hakikat eri de peygamber vârisi bir mürşiddir. Ancak bir mürşid-i kâmille yol arkadaşlığında hem refakat zevki ve hem pek çok vuslat emaresi bulunmasına karşılık, nâkısıyla yolculuğun sıkıntılı olduğu/olacağı da bedihîdir.

Edebiyatımızda “Lâ” ile mermuz bir manzumede şöyle denir:

                            Mürşide var, mürşide var, mürşide,

                            Andan olur derde derman ey dede.

Enverî, bu gerçeğe şöyle bir ses katar:

     Rü’yet-i dîdâr-ı Hak’tan “Len terânî” remzini,

     Çeşm-i zârım aşkıyla “Tûr” olmayınca bilmedim;

     Kisve-i âl-i abâ Enver hakikat sırrını,

     Vuslat-ı mürşidle mesrûr olmayınca bilmedim.

Şimdi, herkesin istidat, müktesebat ve mazhariyetlerine göre farklara girmeden konuyu, umumî mânâda hemen her mürşid için temel disiplin sayılan bir kısım esaslarla irtibatlandırarak biraz daha açmaya çalışalım:

Mürşid, insan-kâinat-Allah münasebetlerini ve bu dairelerle alâkalı hususiyetleri bilen ârif bir insan demektir. Allah’ı bilmeyen münkir ve cahil, O’nunla varlık arasındaki münasebeti görüp sezemeyenler kör ve gafil, kendini bilmeyen de yalnız ve gariptir ve bunların hepsinin irşad edilmeye ihtiyaçları vardır.

Mürşid, her zaman Kur’ân ve kâinat kitabına karşı ince ayarlı iyi bir mütâlaacı; varlığın esrarına âşina mütecessis bir dimağ; gözü sürekli mahsûsât üzerinde, ağzı ve kulağı Kur’ân’ın tilâvetinde, her şeyi basîrete bağlı götürmeye çalışan bir gönül eridir. Hisleri sağlam, müşahedeleri ihatalı, muhakemeleri de peygamberâne tavırlarla bezeli bir gönül eri. O, ele aldığı her meseleye küllî (bütüncül) bir nazarla bakar; hükümlerinde tekvînî emirlerle tenzîlî fermanların birleşik noktalarını gözetir, insanlara Allah’ın muradını iletirken ve bilgi, irfan ruhunun ilhamlarını muhtaç gönüllere duyururken sadece ve sadece O’nun hoşnutluğunu düşünür, her hamle ve her hareketini O’na yakınlık düşüncesine bağlı götürmeye çalışır. (…)

 Sızıntı, Eylül 2000

[1] Bkz.: M. F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri 3/57-61.

Bu yazıyı paylaş