Risale-i Nur, iman hakikatlerini kendine özgü bir üslupla anlatan müstesna bir eserdir. Üstad Bediüzzaman, külliyatı temsil eden Sözler için şöyle der: “Sözler tasavvur değil, tasdiktir.. teslim değil, imandır.. mârifet değil, şehâdettir, şuhûddur.. taklit değil, tahkiktir.. iltizam değil, iz’andır.. tasavvuf değil, hakikattir.. dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır.”[1] Anlatımlarında aklı çok önemli bir referans olarak kullanan Bediüzzaman Hazretleri; olayları ve varlık hakikatini, mantık örgüsü içinde verir ve okuyanın zihninde, kalbinde doğrudan ikna sistemi oluşturur. Böylece insandaki muhakeme, analiz ve sentez yapma, yeniliklere açık olma melekesi üst seviyelere çıkmış olur. Üstad, bunu sağlamak için yeri geldiğinde çok mükemmel bir şekilde yaptığı örneklemeler ile soyut gerçeklikleri somut çizgide akla yaklaştırır ve imana dair meselelerin daha kolay ve hızlı bir şekilde anlaşılmasını sağlar.
Ayna, Üstad Hazretlerinin sıkça başvurduğu bir metafordur. Varlık itibariyle yansıtma görevinde kullanılan bir eşya olan ayna, kendisi için değil başkası için vardır. Onun kıymeti yansıtma gücündedir. Bediüzzaman Hazretleri güneşi Allah Teâlâ’nın (celle celâluhu) varlığını ve birliğini ispat için kullanırken ayna metaforunu O’nun isimlerinin yansıması, tecellisi için örnek verir. İnsan, varlığı ile Cenab-ı Allah’ın isimlerine canlı ve şuurlu bir aynadır.[2] Mesela kendine verilen güzellikler, mükemmel özelliklerle O’nun sonsuz Cemal’ine işaret eder, onu gösterir. İnsanın maddî ve manevî anatomisine dikkat edildiğinde harika güzellikler, ikramlar ve ihsanlar görülür. Gözden kalbe, akıldan hislere kadar pek çok özellik, binlerce hikmet ve farklı güzelliklerde ihsan edilmiştir. İnsandaki her türlü güzellik, O’nun Cemal sıfatına ayna olduğu gibi bütün düzen, uyum ve denge gibi mükemmellikler de Kemâl sıfatını yansıtır.
İnsanın İlahî isimlere ayna olması, esma açısından iki şekilde düşünülebilir; Vahidî ve Ehadî. Vahidî ayna olması, bütün varlığı ile onun bir olan Yaratıcı’yı göstermesidir. Ehadî ayna olması ise atomlarından hücrelerine, azalarına ve hissiyatın derecelerine kadar her bir şeyinde ayrı ayrı İlahî kudret, ilim, irade ve tevhidin görülmesidir. Her insanda göz organının olması Vahidî, hiçbir insanın göz yapısının bir diğerine benzememesi de Ehadî tecellidir. Bu durumda insan bütün varlığı ile Allah’ın sanatına ayna olduğu gibi, onun bir hücresi de o Sanatkârın sanatını gösteren bir numune hükmünü alır. Başka bir ifade ile O’nun ilmi, sanatı, kudreti, rahmeti ve meşieti, bir hücre veya bir göz şeklinde maddî âlemdeki insana yansımış olur. Bu anlamda mesela biyoloji ilmi, bu yansımalar üzerinde Allah’ın isimlerine dair okumalar yapmaktadır denilebilir.
Allah’ın isimlerine ayna olma, hayat açısından düşünüldüğünde ise Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sünnetinde ifade edilen üç husus dikkat çeker; söz, fiil ve hâl. Dünyanın âhirete kıyasla üç yüzü olması, insan için de düşünülebilir. Kendine, nefsine bakan yönü ki bunda aynalık vasfı bulunmaz, kıymeti yoktur. Taş gibi toprak gibi kesiftir. Âhirete bakan ikinci yüzünde ve İlahî isimlere bakan üçüncü yüzünde ayinedârlık vasfı vardır. Ama İlahî isimlere bakan hâlinde ayinelik mükemmel bir şekildedir. Bu noktada sözlerde, fiillerde ve hâllerde Allah Resûlü’nün hayatına, Sünnetine tam mutabakat vardır. Bu da Kur’ân, yani Allah ahlakı demektir. Hazreti Âişe validemizin (radıyallâhu anha) hayretle ifade ettiği, “Siz Kur’ân okumuyor musunuz?”[3] sözü de bundan olsa gerektir.
Üstad, insanı İlahî isimler karşısında bir “ayine-i müştak” olarak tanımlar.[4] Yani o kendisine verilen güzelliklere bakarak sonsuz güzelliği idrak eder. Üzerinde taşıdığı ve yansıttığı İlahî nimetlerin, güzelliklerin farkında olarak o nimetlerin ve güzelliklerin kaynağına kavuşma iştiyakı içindedir. Bu iştiyak Hazreti Yusuf (aleyhisselâm) misalinde, “تَوَفَّنٖي مُسْلِماً وَاَلْحِقْنٖي بِالصَّالِحٖينَ” (Müslüman olarak canımı al ve beni salihler zümresine dâhil eyle) (Yusuf, 12/101) duası ile tecelli etmiştir. Efendimizde ise (sallallâhu aleyhi ve sellem), son anlarında söylediği, “Allahumme er-Refik el-A’lâ” sözleriyle tespit edilmiştir. İlahî isimlere en güzel ve en mükemmel ayine olan Son Elçi’nin bu duası ve arzusu, insanın fıtraten böyle bir meyil içinde olması gerektiğini de işaret etmektedir. Bu meylin Allah Resulünde olduğu gibi hayatta iken Kur’ân ahlakı ile yaşamaya bağlı olduğu da izahtan vârestedir.
Risalelerde kalbin bâtını için “ayine-i Samed” tabiri kullanılır.[5] Yani hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama her şeyin Kendisine muhtaç olduğunu gösteren bir ayna. Allah’ın esma ve sıfatlarını anlamak; bu yolla Allah’ı bilmek, sevmek ve ruhanî zevke ulaşmak, Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayna-misal hayatına bakmakla mümkündür. “İnsanın kıymeti, o sanat-ı rabbaniyeye göre olur ve ayna-yı samedâniye itibarıyladır. O hâlde şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlukat üstünde bir muhatab-ı ilâhî ve cennete lâyık bir misafir-i rabbanî olur.”[6] İnsanın Samed ismine ayine olması, kalbinin nurlanmasına bağlıdır. Bu hâl bütün bir denizin güneş ışınlarına ayna olması gibidir. Onda karanlık, gölge, leke yoktur. Bu durumda bütün deniz güneşe şahit olduğu gibi her bir dalgası ve damlası da ona şahitlik eder. Görüldüğünde Allah’ı hatırlatan müminin hâli böyle olsa gerek.
Kur’ân’a, imana gönül vermiş insanların en önemli şiarları; İlahî tecellileri, Sünnet-i Seniyye çizgisinde, kendi küçük dünyalarında aksettirmeleridir. “Ayinesi iştir kişinin.” fehvasına göre; güzel işler, salih ameller, ihlasla kulluk yapanların bu güzel hâlleri, ön yargısız bakan insanların hoşuna gitmektedir. İşlerini sadece Allah için yapmaları, bakışı güzel insanlarda hayranlık uyandırmaktadır. Onlar kendilerine düşen vazifeleri yaparken aynı zamanda bir ayna gibi İlahî isimlerin dış âleme aksetmesine vesile olmaktadır. Asr-ı Saadet bu hâlin çok misalleri ile dolu olduğu gibi günümüzde dine ve imana dünyevî veya siyasi bir gaye taşımadan hizmet edenlerin duruşlarında da bu özellik görülmektedir.
Kur’ân, bizzat hayatta güzel yansımaları olan müminleri pek çok âyette nazara verir. “Rahman’ın kulları”, yeryüzünde tevazu üzere yaşarlarken görüntülenir. Cahil, kaba ve anlayışsız insanlarla muhatap olduklarında, onlarla aynı ortamda bir konuyu paylaştıklarında onların kabalıklarına aldırmazlar ve sükûnet içinde ortamı germeden, “Selametle!” deyip kendi yollarına giderler.[7] İnsan sûresinde, onların kendilerine verilen rızıklardan severek, isteyerek ihtiyaç sahiplerine sadece Allah rızası için ikram ettikleri ifade edilir.[8] Farklı âyetlerde öfkelendiklerinde şiddete başvurmadıkları, kimseye zarar vermedikleri, hatta muhataplarını affederek barış yolunu tercih ettiklerine vurgu yapılır.[9] Onlar Kur’ân’ın emrine uyarak misliyle mukabele gerektiren bir durumda bile haklarından vazgeçerek ihsan boyutunda bir duruş sergilerler. Yine alenen haksızlık yapıldığı zamanlarda, şiddete sebep olmazlar, haklarını hukukî yollardan aramaya gayret ederler.
Kur’ân-ı Kerim, Allah ahlakı ile ahlaklanan insanları bu şekilde resmeder. Onlar İlahî kelamda melekleri imrendirecek şekilde yansır. Onların kalbleri, ruhları, akılları ve duyguları Kur’ân ikliminin yağmurları ile ıslanmış, iman güneşinin şuaları ile gelişmiş ve nihayet Sünnet-i Seniyye terbiyesi ile inkişaf etmiştir. Bu özelliklerde bir aynanın etrafa yansıması da elbette farklı olacaktır.
Yeryüzünde en güzel ve mükemmel ayine-i Samed olan Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunda en güzel hakikatlere ayinedârlık yapabilme duasıyla.
Dipnotlar
[1] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 424.
[2] Bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 92.
[3] Müslim, Namaz, 746.
[4] Bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 440.
[5] Bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 698.
[6] A.g.e. s. 332.
[7] Furkan, 25/63.
[8] İnsan, 76/8.
[9][9] Bkz. Âl-i İmrân, 3/134; Şûrâ, 42/43; Nahl, 16/126.