Sabır-2

Erbâb-ı hakikatçe sabra bir diğer yaklaşım ise; iyi-kötü her şeyin Cenâb-ı Hak’tan bilinip, aklın zâhirî nazarında iyi olanlara şükürle, nâhoş görünen şeylere karşı da rızâ ile mukabelede bulunma şeklindedir. Ancak insanın, altından kalkamayacağı musibetler, zor edâ edeceği mükellefiyetler ve çoklarının yuvarlanıp içine düştüğü günahlara girme endişesiyle hâlini Allah’a arz etmesi, o çok ağır sorumlulukları için O’ndan yardım istemesi ve günahlardan korkup O’nun sıyânetine sığınması.. gibi hususlar da şikayet olmasa gerek. Şikâyet olması şöyle dursun, böyle bir tavır çok defa şahsın niyet ve düşüncesine göre tazarru, niyaz, tevekkül ve teslimiyet bile sayılabilir.

Hz. Eyyub’un: “Rabbim, gerçekten bana zarar dokundu; Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.” (Enbiyâ , 21/83) şeklindeki sızlanışı.. ve Hz. Yakub’un: “Ben bu dağınıklık ve tasamı sadece Allah’a açıyorum.” (Yûsuf , 12/86) mahiyetindeki iniltisi, isti’taf buudlu böyle bir tazarru ve niyazdır. Zaten Cenâb-ı Hak da Hz. Eyyub için: “Doğrusu biz onu sabırlı bulduk, O ne güzel kuldur! Zira O hep evvâb ve yüzü Allah kapısındadır.” (Sâd , 38/44) diyerek onun tevekkül ve teslimiyet derinlikli sözlerini sabır içinde ayn-ı şükür kabul etmiyor mu?

Başta büyük peygamberler olmak üzere, bütün enbiyâ, asfiyâ ve evliyâ, sabrın her çeşidini temsilin yanında, Hak’la sımsıkı irtibatlı oldukları halde, halkın içinde dişlerini sıkıp “sabr anillâh” yaşamaları, onların en mümeyyiz vasıflarıdır ve erişilmezliklerinin emâresidir. Zaten İnsanlığın İftihar Tablosu ve peygamberlik semâsının güneşi Efendiler Efendisi de: أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اْلأَنْبِيَاءُ ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَاْلأَمْثَلُ “Belânın en zorlusuna maruz peygamberlerdir; sonra da derecesine göre diğer makbul insanlar.”[1] buyurmuyor mu?

Sabır; hem zirve insanların hâli hem de zirveleşme yolunda olanların güç kaynağıdır. Zirvelere ulaşmış kimseler, o makamın gereği olarak, sabrın her çeşidini hem de en iyi şekilde temsil ederek mazhariyetlerinin bedelini ödemeye çalışırlar; haklarında zirvelere ulaşma takdiri yapılmış kimselere gelince, onlar da çeke çeke, katlana katlana, başkalarının bin türlü ibadetle ulaştıkları şâhikalara sabır dinamizmiyle ulaşırlar. Bir hadiste: “Cenâb-ı Hak, kuluna, ameliyle ulaşması zor bir makam takdir buyurmuşsa, ibadet ü tâatıyla o zirveye ulaşması imkânsız görünen kimseleri, nefis ve aileleri itibarıyla müptelâ kılar.. sonra da o ibtilâya karşılık onlara sabır verir; derken, onları yükseltip o menzile erdirir.”[2] buyrulur.

Bu açıdan denebilir ki; belâ, mükellefiyetin ağırlığı ve ma’siyetin baskısı, potansiyel birer rahmet olduğu gibi, bunlar karşısında gerekli tavrı almak da bu rahmetin özü sayılabilir. Bu özün özü ve esası da, ne bu ağır yükten ne de ona katlanma keyfiyetinden kimsenin haberdar olmamasıdır.. bu hususla alâkalı ne hoş söyler Fuzûlî:

Âşıkım dersin belâ-yı aşktan âh eyleme

Âh edip ağyârı âhından âgâh eyleme!

 

Evet, insan, yerinde ocaklar gibi yanmalı ama, gam izhar etmemelidir. Yerinde dağların altında kalıp ezilmeli ama, kimseye dert dökmemelidir.

Bu ölçüler içindeki bir sabır mülâhazasını Hz. Mevlânâ, Mesnevî’sinde şöyle özetler:

Bir buğdayın, insana gıda ve kuvvet, onun dizlerine derman, gözlerine nur ve yaşamasına esas olabilmesi için, onun, toprağın bağrına gömülmesi, toprakla mücadele ede ede filizlenip gelişmesi, sonra biçilip harmanda dövülmesi, samandan ayrılıp değirmende öğütülmesi, teknelerde yoğrulup hamur hâline getirilmesi, fırınlara atılıp ateşte pişirilmesi, sonra dişlerle bir kere daha parçalanıp mideye gönderilmesi şart ve zaruridir.

Bunun gibi, insanın insanlığa yükselip bir işe yarar hâle gelmesi için de, onun çeşitli imbiklerden geçirilerek defaatle elenmesi, elenip özünü bulması elzemdir. Yoksa, insânî kabiliyetlerle mücehhez olduğu halde, hedefe ulaşamayıp yollarda kalabilir.

بَنْدَه هَمَانْ بهْ كِه بَلاَكَشْ بُوَدْ

عُودْ هَمَانْ بهْ كِه دَرْ آتَشْ بُوَدْ

“Kul, belâ çekici olunca; öd ağacı da, yanıcı olunca iyi olur.” (Mecmûatü’l-meârif) demişlerdir ki gayet lâtîftir.!

Her çeşidiyle sabır kullukta bir zirvedir. Bu zirvenin zirvesi de rızâdır.. ve zannediyorum Allah katında rızâ mertebesinden daha yüksek bir pâye de yoktur.

 

اَللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الرِّضَا بَعْدَ الْقَضَا وَبَرْدَ الْعَيْشِ بَعْدَ الْمَوْتِ وَلَذَّةَ النَّظَرِ إِلَى وَجْهِكَ وَشَوْقًا إِلَى لِقَائِكَ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الرَّاضِي الْمَرْضِيِّ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ ذَوِي الْقَدْرِ الْعَلِيِّ

Dipnotlar

 

[1] Tirmizî, zühd 56; İbn Mâce, fiten 23; Dârimî, rikak 67

[2] İbn Hibbân, es-Sahîh 7/169; el-Hâkim, el-Müstedrek 1/495; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 7/164; el-Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 2/292

Bu yazıyı paylaş