Mânâ-yı Harfî Penceresinden Buber’in Diyalog Felsefesi

 

Yeni tanıştığımız kimselere veya büyüklerimize “siz” diye hitap etmek bir saygı ifadesi olarak görülür. Türkçede olduğu gibi, birçok dilde, bu gibi durumlarda, “sen” yerine “siz” ifadesi kullanılmaktadır. İsveç, Norveç ve Yunanistan gibi ülkelerde ise samimi olunmayan kişilere dahi “sen” şeklinde hitap edildiği olur. Bu durum, dilin yapısı ve kültürel farklılıklar gereği karşımıza çıkmaktadır.[1]

“Sen ve siz” kullanımına dair farklılıkların, kültürel antropoloji ve toplum dilbilimi açısından daha yakından incelenmesi gereken ilgi çekici sebepleri vardır. Ancak burada odaklanmak istediğimiz nokta, bu ayrımı yaparken, muhatabımızla olan ilişkimize yüklediğimiz “yakınlık” veya “uzaklık” duygusunun tezahürüdür. Her halükârda, doğru hitap şeklinin kullanılması, iletişim dili açısından temel seviyede bir beklentidir. Fakat doğru zamanda “sen” demek, karşımızdaki insana bir şekilde yakın olduğumuzu hissettirmek anlamına gelir. “Sen”, “siz”de var olan bazı duvarları yıkar. “Sen” denilen yerde “ben” duygulara daha açık olur.

“Yolculuğum sendeki öze isabet ettiğinde (sana vâsıl olduğumda), ben ancak ben olurum.”[2] Bu cümle, Avusturyalı filozof, teolog, pedagog ve yazar Martin Buber’e aittir. 1878’de Viyana’da dünyaya gelen Buber, diyalog felsefesiyle ilgili eserler vermiştir. Bunlardan en bilineni, Ben ve Sen (Ich und Du) adlı kitabıdır. Diyalog kavramına yüklediği anlam ile Buber’in çalışmaları, birçok disiplin açısından dikkate değer görülmüştür.[3] Buber, II. Dünya Savaşı’nda Yahudi dindaşlarıyla birlikte zulme maruz kalmıştır. O sıralar devletlerin ve milletlerin beslediği düşmanlığın aksine; diyalog, insan-insan, insan-kâinat ve insan-Yaratıcı ilişkileri hakkında fikirler üretmiştir.[4]

 

Diyalog Felsefesi

Buber’in diyalog felsefesinin ana hatlarını anlayabilmek için, önce düşüncenin anahtar kelimelerini açıklamak gerekir. Buber, varoluşçu bir anlayışa göre, hürriyeti sınırsız bir hareket alanı olarak değil, daha ziyade fertlerin kendi sorumluluğunu üstlenmesi olarak tarif eder. Mucitlik veya sıra dışı eserler verme ise, şahsi yeteneklerin geliştirilmesi ve ferdî başarıdan ibaret değildir. Bir olayın gerçekleşmesi, eşyanın şekillenmesi, kısacası belli bir vakitte, bir şeyin meydana gelişi ile ortaya çıkar. Buber için realite, karşılaşmalardan oluşan, yaşanan bir hayattır ve nihilizmin savunduğu, “her şeyin anlamdan ve değerden yoksun olduğu” fikrine muhalif olarak, bir şeyin sadece zihnî bir temsil olmadığını, somut bir gerçeklik olduğunu savunur.[5]

Ben-O ve Ben-Sen İlişkisi

Buber’in felsefesinin özünde “ilişki” kelimesi bulunmaktadır. Ona göre kurduğumuz ilişkiler ikiye ayrılır: ben-o ilişkisi (uzaklık prensibi) ve ben-sen ilişkisi (yakınlık prensibi). En temel ilişki seviyesi ise Yaratıcıyla olan ilişkidir.[6]

“Ben”, “o” ile tecrübeler dünyasında karşılaşır. “O”nu analiz eder, sınıflandırır, yargılar, diğer tecrübeleriyle, yani farklı “o”nlarla karşılaştırır, sahip olur, kullanır. “O” tamamen bir nesne haline gelir. “O” binlerden herhangi biridir, asla biricik değildir. “Ben” bu karşılaşmada, gerçekliği kendi zihninde inşa eder ve kendisine mal eder. Gerçeklik de sahip olunan ve kullanılan bir şey haline gelir. Kendisini “o”ndan ayrı tutar. “Ben” için kaçınılmaz bir yalnızlık söz konusudur, zira meyil ettiği hiçbir şeyle gerçek karşılaşmayı ve ilişkiyi yaşayamaz; bu da onu nesnelerin hâkimi ve sahibi olma tutkusuna sevk eder. İstikametsiz olması sebebiyle içi boş bir hürriyet içinde yabancılaşır ve parçalanır. “Ben”, “o” ile ilişkisinde hür değildir. Hürriyet ancak gerçek ilişkiyle doğar. “Ben” şahsî bir çıkarı için “o”nu kullanır. “Ben-o” ilişkisi ego merkezlidir. Böyle bir ilişkide, hırs, anlamsızlık ve güvensizlik hâkimdir.[7]

“Ben”, “sen” ile ilişki dünyasında karşılaşır. “Sen” bütün varlığıyla olandır. “Sen” bir bütündür. Varlığa, dünyaya, gerçekliğe iştirak eder. Böyle bir ilişkide tam bir diyalog gerçekleşir. İki varlık birbirine bütün varoluşuyla hitap edip cevap verir. Birbirlerine kendilerini tüm varlığı ile sunarlar ve böylelikle gerçek bir iletişim ve etkileşim ortaya çıkar. Hakikat, bu ilişki içinde zuhur eder. Buluşmanın ahenginde hakikate katılım oluşur. Bu noktadan sonra istikamet, meyil ve hürriyet söz konusudur. Artık buluşma, karşılaşma ve diyalog fıtrî bir hâl alır.[8]

“Ben” her “sen” dediğinde, aslında “Ebedî Sen”e talip olur. Ona seslenir. Zaten her “ben-sen” ilişkisi, “Ebedî Sen”le olan ilişkiden doğmuştur. Böylece O’ndan geldiği gibi sonunda O’na varır. “İnsan, Tanrı’yla bir dostuyla konuşur gibi konuşur. İnsan Tanrı’yla diyalog kurmaya açık bir varlıktır. Tanrı’nın bu diyalogdaki cevabı ise bütün yaratılıştır; Tanrı konuşur ve bütün bir kâinat konuşur.” [9]

 

“Nitekim her insan ve kâinat bir ‘sen’dir. ‘Sen’ denildiği takdirde, ‘ben’ varoluşun bir parçası haline gelir. Mademki diyalog, her ‘sen’de ‘Ebedî Sen’in bulunduğu ilişkidir, o halde diyalog, varlığın devamıdır, ilişkiler ağının ve insanlığın temel şartıdır.[10]

 

Mana-yı Harfî ve Mana-yı İsmî Pencereleri

İnsan yaşadığı sürece bir ilişki ağı içindedir. Her an hem insanlarla ve diğer canlılarla hem de nesneler ve kanunlarla bir ilişki içindedir. Kudret kelimelerini okumanın en önemli usulü, onlara mana-yı harfî merceği ile bakmaktır.

“İsim”, tek başına bir mana ifade eder. Mana-yı ismî ile bakmak, bir şeyi kendisine ve maddî sebeplere atfetmek ve sebepler perdesinin arkasındaki derin manaları ve hikmetleri göz ardı etmek demektir. “Harfler” ise tek başına bir mana ifade etmezler. Onlar bir lafzın ötesinde bir manaya işaret ederler. Mana-yı harfî ile bakmak, parmağa değil parmağın işaret ettiğine dikkat etmektir.

Mesela bir çiçeği, seküler bir botanikçi nazarıyla incelemek, ona sadece bir çiçek olarak değer vermek, ondan nasıl basit çıkarlar elde edeceğini düşünmek, ona mana-yı ismî ile bakmaktır. Fakat onda tecelli eden Cemal, Kemal, İlim ve Kudret gibi sıfatları, onda tezahür eden Mukaddir, Mülevvin, Hay ve Kayyum gibi isimleri okumak ve bu okumayla; Kendini tanıttırıp sevdirmek isteyen faal ve kudretli bir Zât’ı tanıyıp sevmeye gayret etmek, ona mana-yı harfî ile nazar etmektir.

Buber’in diyalog felsefesi, mana-yı harfî ve mana-yı ismî penceresinden ele alınabilir. “Yakınlık ve uzaklık prensibi”, mana-yı harfî ve mana-yı ismî mefhumlarını çağrıştırmaktadır Hayatındaki olayları “ben-o” ilişkisiyle veya mana-yı ismî nazarıyla değerlendiren bir kimse, yakınlık değil uzaklık yaşar. Lafzı görür, manaya intikal edemez. Nakışla meşgul olur, Nakkaş’ı tanıyıp sevemez.

Mana-yı harfiyle nazar ise, “ben-sen” ilişkini hatırlatır. Mesela, kişinin bir nimetle karşılaşmasına “ben-sen” zaviyesinden bakacak olursak, yenilen lokma ile yiyen kişi, bütün varlıklarıyla karşılaşır. Bu ilişki, lokmanın, yiyen kişiye, üzerinde tezahür eden bütün İlahi isimlerle yansıması sonucu gerçekleşir. Bu da derin bir tefekküre, insanı gerçekten doyuran ve kalbini tatmin eden bir tecrübeye vesile olur. O anda lokmanın yaratılış gayesini gerçekleştirmiş olmasıyla, Kendini tanıttırmak ve sevdirmek isteyen gizli Zat’ın esmasının fark edilmesiyle “ben-sen” ilişkisi ebedîleşir. Nimet, şükrünün eda edilmesiyle birlikte sonsuzluğa akar. Şükreden kişiye sonsuzluk kapıları açılır. Şükürle birlikte Rahman’ın iltifatı hissedilir.

Yakınlığa vesile olan “ben-sen” ilişkisi ve mana-yı harfî ile mevcudata nazar alışkanlığı, insanı karamsarlıktan, abesiyetten, yabancılaşmadan ve yalnızlıktan kurtarır. Böyle bir insan, “Kul oldum, hür oldum” der.[11] “Hürriyet Sen’de olmak, Sen’inle olmaktır” der. Böyle bir “ben”, Sen’de tekrar tekrar kendini bulur.

Buber’in diyalog felsefesi, kişiye mesuliyet yükleyerek, Yaratıcıyla derin bir ilişkiye girilmesi gerektiğine dikkat çeker. Ona göre kemâle ermek, tam olabilmek, “ben” (veya kul) olmak, ancak Ebedi Sen’e yönelme ile gerçekleşebilir. İnsanı, hayatı ve kâinatı mana-yı harfî ile okumak da bu kemâle vesiledir. Hayatımızın saadet içindeki kemâli, kalbimizin göz bebeğinde, O’nun nurunun yansımasını yerleştirmektir.[12] Rabbimizi tanımak ve O’na yakınlaşmak için dünyadan soyutlanmak değil, her şeyi harf harf okumak gerekmektedir.

Dipnotlar

[1] Du oder Sie? In diesen Ländern sind Sie automatisch “Duzis” (2016). www.aargauerzeitung.ch/leben/leben/du-oder-sie-in-diesen-laendern-sind-sie-automatisch-duzis-130519476

[2] Orijinal metin: “Am Du werden wir erst zum Ich.”

[3] www.judentum-projekt.de/persoenlichkeiten/geschichte/buber/index.html

[4] buber.de/de/biographie

[5] Tüzer, A. (2018). Varoluşçu Düşünür Martın Buber’in Diyalog Felsefesi ve Bu Felsefi Yaklaşımın Eğitim Açısından Uzanımları. www.researchgate.net/publication/325540441

[6] Buber, M. (1973). Das Dialogische Prinzip. Verlag Lambert Schneider.

[7] A.g.e.

[8] A.g.e.

[9] Krş. Simson , E. (2013). Martin Buber ve Tanrı Tutulması. www.salom.com.tr/arsiv/haber-85936-martIn_buber__ve_tanri_tutulmasi_.html

[10] A.g.e.

[11] fgulen.com/tr/fethullah-gulenin-kursu-akademi-yazilari/fethullah-gulen-2011-kursuleri/18941-Fethullah-Gulen-Kul-Oldum-Hur-Oldum

[12] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 137.

Bu yazıyı paylaş