Üns Mülahazasına İcmâlî Bir Bakış

Ünsiyet, alışkanlık, içten beraberlik demek olan “üns”; ehl-i hakikat arasında, kalb ve ruh zaviyesinden Hazreti Cemâl-i Zât-ı Bâri’i müşahedeye iştiyak arzu ve emeliyle, “Kenz-i Mahfî”nin, mücellâ aynası (beyt-i Hudâ) sayılan vicdanın rükünlerince bîkem u keyf duyulup hissedilmesi şeklinde yorumlanmıştır. Onu, iki yanıyla ihsan şuurunun, vicdan mekanizmasında, vuzuh üstü vuzuh ve inkişafı şeklinde ifade etmek de mümkündür.

Üns, Zât-ı Rubûbiyet’e bakan yanıyla, vâhidî ve cemâlî bir teveccüh sayıldığı gibi, “heybet” de ehadî ve celâlî bir tecellînin tezahürü olarak görülmüştür. Bu itibarla, üns mazhariyeti, tevekkül, teslim, tefvîz ve huzur edalıdır. Bu ufka eren/erdirilen ârif-i billâh, “Yâr” der, ağyar endişesinden sıyrılır, yalnızlığı aşar ve O’na enîs ü celîs olma zevk-i ruhanîsiyle, “Daha.. daha!..”lar mülahazasına dalarak öyle bir ledünnî huzura erer ki, gözünde ve gönlünde bütün dünya ve mâfîhâ silinir gider. O sürekli, Niyazî-i Mısrî gibi, “Ben taşrada arar iken, O can içinde can imiş.” ihtisaslarıyla duyulmazları duyar, basiretiyle görülmezleri görür ve tefvîz yamaçlarında, “sika” zirvelerinde devamlı itmi’nan soluklamaya durur.

Üns miracının yol azığı, bineği ve burağı, her türlü meâsî ve mesâvîye karşı kararlı ve ciddi bir metafizik gerilim içinde bulunma.. ibadet ü taat düşüncesini içtenleştirerek vicdanî tembihlerin güdümünde ve tabiî ihtiyaçların üstünde derin bir iştiyakla onları yerine getirme.. dünya ve mâfîhâyı bütün bütün kalbinden silip atma gayreti ortaya koyma.. hatta bir adım daha atarak Fuzulî edasıyla, “Dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil / Ârif oldur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir!..” zirvesini hedefleyerek hep “Hû” hakikatini heceleme.. oturup kalkıp O’nunla gündüzleyip O’nunla geceleme.. sır ve hafî itibarıyla hamle üstüne hamle yapıp derinleştikçe daha bir sığ görünme… gibi hususlardır.

Cüneyd-i Bağdadî, ünsü, semerât ve varidatıyla “recâ”nın “havf”a galebesi; Zünnûn-i Mısrî de sevenin (muhib) sevilenle (mahbûb) maiyyet sermestliği şeklinde tarif etmiştir. Bir başkasına göre ise, üns, O’nu bilme, O’nu görme, O’nu duyma, O’nu isteme, O’nu vird-i zeban etme ve O’ndan gelen celâlî ve cemâlî esintileri gül gibi koklama; taakkul, tasavvur ve tahayyül kapılarını  لاَ يُسْأَلُ عَمَّا يَفْعَلُkilit ve sürgüleriyle bütün bütün sorgulamaya kapama; kahr u lütuf tecellileri karşısında sürekli رَضِينَا deyip rıza soluklamadır. Bu hâliyle üns, şevk u iştiyak ötesi öyle bir mazhariyettir ki, ârif özünü bu mânevî atmosfer içinde hissedince kendini bütün bütün halvetin inşirah-bahş “üns billâh” çağlayanına salar ve iradî olarak bir daha da geriye dönmek istemez; dönmek istemez ve Ahmedî’nin ifadeleriyle,

“Vârımı ol Dost’a verdim, hânümânım kalmadı,

Cümlesinden el yudum pes dû cihanım kalmadı

Çünkü hubbullah erişti çekti beni kendine,

Açtı gönlüm gözünü, artık humârım kalmadı

Dost cemal-i aksini saldı bu gönlüm iline,

Ânı göreliden beri sabr u kararım kalmadı.”

der; hep fenâ-fillâh, beka-billâh mülahazalarıyla soluklanır durur.

Sofîler arasında üns, heybet fâikiyetiyle daha farklı şekilde ele alınır. Bazı hâl ehli âriflere göre o, cemalî tecelliyle alakalı bir irfan ufku; ona mukabil heybet ise, değişik celâlî tecellilere mazhariyet keyfiyetidir. Üns ufkunda, ismet-i mutlaka ile masûn olmayanların naz u şatahâta düşmeleri ihtimaline karşılık, ikincisinde her zaman haşyet derinlikli bir maiyyet mazhariyeti söz konusudur. Onun içindir ki pek çok temkîn erbabı, istidat ve irfanları ölçüsünde hep heybet mülahazasıyla oturup kalkmış ve haşyet soluklamışlardır. Üns ufkunda ârâm eden bazı ebrâr ise, يَكِي خَواه، يَكِي خَوان، يَكِي جُوي، يَكِي بِين demiş, üns yörüngeli hareket etmiş ve halvete müteveccih bulunma yolunda yürümüşlerdir.

Enbiyâ ve rusül-i kiramın üns ve heybet ihtisasları müstesna, ehlullah için bu mülahazalar her zaman söz konusu olagelmiştir. Aralarındaki farklılık ve fâikiyetleriyle mebsûten mütenasip enbiya-i ızâmın üns ihsas ve ihtisasları da min veçhin değişik eda ve derinliktedir. Meselâ, Hazreti İbrahim’in (alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm) naza benzeyen heybet televvünlü رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِي الْمَوْتَى “Rabbim göster bana, ölüleri nasıl diriltiyorsun…”(Bakara Sûresi, 2/260) niyaz ve dileği, “Hel min mezîd?!.” yörüngesindeki “seyr fillâh-maallah”ın lâzım-ı gayr-i müfârıkı olarak, tatmin talebi üstüne daha derin taleb-i tatmin edalı, naz görünümünde bir niyazdır.

Hazreti Musa’nın (aleyhisselam),رَبِّ أَرِنِي أَنْظُرْ إِلَيْكَ “Rabbim göster bana Zâtını, bakayım Sana…” (A’râf Sûresi, 7/143) ifadeleri, kavminin tabiatındaki Cenâb-ı Hakk’ı görme mülahazasını da hatırlatan iştiyak-ı likâullah buudlu naz televvünlü bir niyazdır.

Hazreti Yunus İbn Mettâ’nın (aleyhisselam) لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ “Yâ Rab! Sensin ilâh, Senden başka yoktur mabud ve Sensin biricik Sübhân…”(Enbiya Sûresi, 21/87) sözleri, kendi kendini sorgulama ve arz-ı hâl edalı bir üns billâhtır.

Diğer enbiya-i ızâmın, bazılarının nazla yorumlamak istedikleri bu kabîl ifadeleri mahruti bir bakışla değerlendirildiği takdirde, onların hemen hepsini niyaz mülahazasına ircâ etmek mümkün olacaktır. Hususiyle de değişik âyât-ı beyyinâtla Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem)hüzün edalı, şefkat enginlikli nazlı niyazları, tamamen O’nun o derin vuslat ve baş döndüren maiyyet-i tâmmeden aldığı, içtenleştirdiği, gözlerin görmediği ve göremeyeceği, kulakların işitmediği ve işitemeyeceği, her türlü tasavvur ve tahayyülü aşkın maiyyet hazz u lezzetini başkalarına da duyurma ve onların gönüllerinde de aşk u iştiyak uyarma buudlu heybet derinlikli bir ünstür. Onun içindir ki, O (aleyhissalâtü vesselâm) ne öncekilerin ne de onlardan da öncekilerin ulaşamadığı imkân ve vücub arası bir zirveye ulaşmasına rağmen, ünslerini heybetle derinleştirmek üzere el verenlerin ellerinden tutmak, duyduklarını onlara da duyurmak îsâr-ı mutlak hiss ü heyecanıyla seyahatini “seyr maallah ve anillâh” ile taçlandırmıştır.

O’nun (aleyhissalâtü vesselâm) yolu buydu ve hedefi de O’ydu; O’ndan sonra da O’nun o nurefşân güzergâhında yürümek isteyenler hep o ufku hedefledikleri takdirde naz u şatahat vadilerine sapmayacak, kurbet ve maiyyetlerini gurbet ve yalnızlığa çevirmeyeceklerdir. Sürekli iman, islâm deyip soluklanacak, ihlâsla kanatlanıp marifetle derinleşecek, ihsan ruhuyla geceleyip gündüzleyecek, rıza hisleriyle köpürüp iştiyak-ı likâullah hülyalarıyla öteler ötesi ufuklara doğru kanat çırpacak ve “Daha yok mu?” diyerek hep soluk soluğa yaşayacaklardır.

Cenâb-ı Hak, bu çok zevkli, varidâtı nâmütenâhî, ahsen-i takvîme mazhariyetin gereği olan güzergâh-ı enbiyaya bizleri hidayet buyurup onda sabit-kadem eylesin!..

Bu yazıyı paylaş