Mum Çiçeğime Selam

Geçenlerde İstanbul’dan şair Ekrem Hoca, evindeki mum çiçeğine dair sosyal medyada bir paylaşım yapmıştı: “İkinci defa açtı mum çiçeğim, pek de bir hevesle hem de.” diyordu. O mum çiçeğinin böyle şevkle açmasına belki de benden daha çok sevinen olmamıştır. “Bu mum çiçeğinin hazin hikâyesini yazmalıyım.” diye geçirdim içimden.

Bir Ramazan iftarıydı. Levent’te oturan Tekin Beylere davetliydim. Tekin Hoca’nın annesi de çiçek düşkünü biriydi. Çiçek ormanı olan salonunda mum çiçeği dikkatimi çekmişti ve ben çıkarken ondan birkaç dal almıştım. Elimde mum çiçeği, Levent’ten metro ile Taksim’e, oradan da sarı dolmuşlarla Fatih’e geçtim. Yenikapı Metrosu inşa edilmemişti daha o yıllarda.

Mum çiçeğini iki saksıya diktim. Birini çalışma masama diğerini de kitaplığın yanındaki sehpanın üzerine yerleştirdim. İkisi de güneşin doğduğu tarafta. Fatih sırtlarından doğan güneş ışıltısı ve Boğaz’dan gelen serin rüzgârın etkisinde iştahla büyümeye başladılar.

Bu çiçekler, beni çocukluğuma, o temizlik kokan, güneşli, aydınlık, aile, akrabalık ve komşuluğun capcanlı yaşandığı günlere götürürdü. O evlerin hemen hemen hepsinde bu çiçeklerden vardı. En çok da dayımların evinde. O zamanlardan kalan bir sevgiyle bakıyordum onlara. Çiçekler de beni sevdi galiba. O kadar çok şevkle büyüyorlardı ki saksılarını sık sık değiştirmem gerekiyordu. Bir ara ne yapacağımı bilemedim. Neredeyse tavana değecek kadar uzadılar. Kütüphanenin üzerine uzattım kollarını. Kitapların üstünde koyu yeşil gümrah dalları ve kitaplara kokularla bir şeyler fısıldayan pembe çiçek salkımları… Eve bir güzellik tablosu oluyordu bu manzara.

Eve gelenler de bu çiçeğe meraklı gözlerle bakıyorlardı. Üniversiteden hocalar gelirdi her salı. Evim, bir edebiyat-sanat sohbet mahfili gibi olurdu. O hocalardan birisi bir gün çiçeklerin ihtişamı karşısında şaşırmış ve:

“Nazif, bu çiçekleri sen mi taktın bu dallara?” deyince:

“Benim ne haddime. Hem işim gücüm yok, tavana çiçek mi asacağım? Onlar ilahi armağandır.” demiştim.

Bir gün evimin çaprazındaki binada oturan ihtiyar bir teyze çiçeği görmüş ve oğlu Cengiz’e:

“Acaba şu evdeki ağaç mı, çiçek mi, nasıl da büyümüş?” diye sormuş. Oğlunu camiden tanıyordum. Ben de o teyzeye kopan dallardan yetiştirdiğim bir saksı mum çiçeği göndermiştim.

Pembe yıldız yıldız çiçek salkımları içeriye o derin, tatlı, bayıltan ve koklayınca insanın sadrını genişletip manevi âlemleri hatırlatan bir koku üflüyorlardı. İstanbul’un serin gecelerinde öyle derin bir koku… İnsan, kokunun ne kadar ruhanî bir şey olduğunu derinden hissediyor; bu rayiha ile içindeki stresler sanki eriyip gidiyor, kızgınlıklar diniyor, bütün gerginliklerin yerini bir huzur bürüyor ve adeta hayatın manevi boyutlarına yükseliyordu.

Bu muhteşem çiçek daha çok geceleri kokardı ama özellikle sabaha yakın saatlerde. Eve geç döndüğüm saatlerde nasıl olurdu bilmem ama bana “Hoş geldin!” dediğini hissederdim. Çiçeğim bana canlı bir teselli, samimi bir dost oluvermişti.

Yazın tatile çıktığımda uzun süreliğine ondan ayrılacaksam ya kapının dışarısına alırdım saksıları, alt kattaki komşuya sulamasını rica ederdim ya da bir büyük leğene su koyar, saksıları da içine yerleştirirdim. Güçlü, dayanıklı bir çiçekti. Kolay kolay solmaz, solsa da tekrar canlanırdı.

Ama bir gün, gün geldi, saat çaldı. 2013 yıllarının ortaları, ülke çalkantılar içinde kaldı. Yolsuzluk fırtınası deprem gibi dört bir yanı salladı. Yolsuzlukları etrafa saçılan ejderha, ağzından alevler saçarak saldırmaya başladı. Kâbuslar gündüzlere taşmıştı. Yalanlar, iftiralar havada uçuşuyor; masum insanların canları yanıyordu. Geniz yakıcı bir duman, Tevfik Fikret’in “Sis”inden daha pisti ve bu sis her yeri her gün daha da karartıyordu. Kadim boğaz, güneş ve gökyüzü şehrini matem rengine bürüyordu. Namık Kemal’in, “Git Vatan! Kabe’de siyaha bürün!” dediği bir zaman dilimi yaşanıyordu. Nefes almak bile zorlaşmıştı. Endişe, gerginlik, hayal kırıklıkları, ev baskınları, haksızlık, hapsolma korkusu ve işkenceler…

Ben de bazı arkadaşlarım gibi bu vahim durumdan uzaklaşmak, biraz nefes almak için birkaç aylığına yurt dışına çıkmayı düşündüm ve Paris’e bir bilet aldım. Evimin anahtarını Tarih Kültür Derneği’nden arkadaşlara bıraktım. “Çiçeklerime ara sıra su verirsiniz. Beni beklesinler.” dedim. Kasvetli, sisli bir kasım sabahı gözlerimde zapt edemediğim yaşlarla İstanbul’u terk ettim. “Birkaç ay sonra bu kâbus biter, etraf tekrardan baharlaşır, ben de geri dönerim.” demiştim. Ancak gidiş o gidiş. Aylar geçti. Birkaç aylığına olan seyahat yıllara döndü. Bu arada evime bir kiracı yerleşti. Kiracıma:

“Sakın çiçeklerime zarar verme, onlara iyi bak.” diye tembihledim. Maalesef adam astım hastasıymış ve açan çiçekleri koparıp atıyormuş. Vicdansız bir üvey annenin eline düşmüş gibiydi zavallı çiçeğim.

Bir gün İstanbul’a giden bir arkadaştan evimdeki kitaplardan birkaç tanesini getirmesini rica etmiştim. Yeğenim paketi önceden hazırlamış, çiçeğin olduğu yere bırakmış. Paketin içine yukarıdaki salkımlarından bir çiçek düşmüş. Mumyalanmışçasına sapasağlam kurumuş, yıldız yıldız o çiçeği görünce:

“Çiçeğim, bana selam göndermiş, beni unutma diyor?” diye geçirmiştim içimden ve içim hasret alevleriyle doluvermişti. Gün geçtikçe daha da silinen İstanbul hayatımın aziz hatıraları, geride bıraktığım o medeniyet, bütün saltanatıyla tekrar canlanmıştı gözümde… Şimdi bir rüya gibi gelen o eski günler, eski dostlar, ah o güzel İstanbul! Bu kuru çiçeğin resmini çekmiş, unutulmasın istemiştim o güzel, mutlu an.

Birkaç yıl sonra kiracı evden çıktı ve o ev dağılmak zorunda kaldı. Yeğenim kitaplarımı bir kamyonla başka bir şehirde yaşayan ablamlara göndermiş. Eşyalarımın bir kısmını mahalledeki ihtiyaç sahiplerine vermişler. Çiçeğimi de Fuat Bey’e tembihlemiştim:

“O çiçeği kimseye vermeyin. Siz alın. Dönersem tekrar kavuşmak istiyorum o güzel dostuma. Çiçeğim, sadakatli dost ellerinde kalsın.”

Şimdi bu kuzey şehrinde, bahçeli bir evde yaşıyorum. Yıllar içinde ne çok çiçek yetiştirdim. Unutma beni çiçekleri yeşil çimenler içinde mavi bir halıya döndürdü bahçeyi. Laleler açınca göğe uzatılmış kıpkırmızı kadehler gibi ilahi aşka dair bir güzellik şarkısı söylüyorlar koro hâlinde. İstanbul’u hatırlatan erguvanlar, sümbüller, göz göz nergisler, kardelenler, karanfiller, sardunyalar, bir renk cümbüşü krizantemler, kahkaha sarmaşıkları, altına oturup kahvaltı yaptığım, şiir okuduğum leylak ağacı, o alevli pembelerle manolya, kıpkırmızı ilkyaz gülleri, haziran başında bahçemin kenarındaki yaseminler…

Ama aklım o mum çiçeğinde kaldı hep. Gittikçe büyüyen bir hasretle o mum çiçeğinde… Dünya gözüyle görür müyüm bir daha, bilmem. Teselli eden tek şey, Ekrem Hocaların dost ellerinde olması o hasret kokan çiçeğimin.

Ayrılık, hicret, gurbet… Geride bıraktıklarımız… Bu yıllar ne hazin ne hicranlı yıllar. Her ânı ayrı bir hasret alevi olan yıllar… Mum çiçeği ve daha neler neler ve kimler… Ne çok dosttan ayrıldık ve kaç dostla bir daha görüşmemiz ahirete kaldı. Ah şimdi hepsi içimde göz yaşartıcı birer hazin hikâye ve aziz hatıra. Ve biz ülkenin tekrar baharlaşacağı günlerin hülyasındayız. Geride bıraktığımız herkese, her şeye gönül dolusu selam! Hepiniz aklımda, kalbimde, hayalimdesiniz.

Sana da selam, ey mum çiçeğim! Bekle beni. Bu karanlık yıllar biter bir gün inşallah ve cehenneme döndürülen vatan tekrar yeşererek yer gök çiçek ormanına bürünür. Yıldızlar daha ışıltılı parlar ülkemin mavi göğünde. Güneş neşeyle, umutla doğar bereketli topraklar üstüne.  Bayram yerine döner baştan başa bütün memleketim ve biz tekrar kavuşuruz dostlarımıza, kitaplarımıza, çiçeklerimize…

Bekle ey mum çiçeğim. En güzel en soylu ve yiğit bir direnişle, yılmadan, yorulmadan capcanlı, gür bahar çiçeklerinle hevesle şevkle, bekle. Selam şimdiden kavuşacağımız günlere!

Bu yazıyı paylaş