Rıza-2

Dünden bugüne, ruh ve kalb dünyasının kahramanları, rızâ ile alâkalı, birbirine yakın ve birbirinin tamamlayıcısı pek çok şey söylemişlerdir:

Zünnûn’a göre rızâ; olacak şeyler henüz olmadan, ferdin, Hakk’ın ihtiyârını kendi iradesine tercih etmesi; Hakk’ın takdiri yerine gelip her şey olup bittikten sonra da, “Hayır, Allah’ın ihtiyar ettiğindedir.”[1] deyip herhangi bir rahatsızlık duymaması ve musibetlerin pençesinde kıvranırken dahi O’na karşı en âşıkâne duygularla coşmasıdır.[2]

Hz. Zeynelâbidîn’e göre rızâ; hak erinin, Allah’ın irade ve ihtiyarına muhalif bütün arayışlara karşı kapanıp, herhangi bir yabancı dilek ve temennide bulunmamasıdır.[3] Ebû Osman’a göre; Cenâb-ı Hakk’ın bütün celâlî ve cemâlî tecelli ve takdirlerini hoşnutlukla karşılayıp, celâlin ayn-ı cemâl ve cemâlin de ayn-ı rahmet olarak kabul edilmesidir[4] ki, Allah Rasûlü’nün أَسْأَلُكَ الرِّضَى بَعْدَ الْقَضَاءِ “Olacak olduktan sonra Senin rızânı isterim.”[5] nurlu beyânı da buna işaret etse gerek. Evet, Allah’ın hükmü henüz yerine gelmeden O’na karşı rızâ, rızâya azimdir; gerçek rızâ ise, başa gelen şeylerin şoku yaşanırken dişini sıkıp ona katlanmaktır.

Bu arada, yukarıdaki mütâlaalardan herhangi birine ircâ edeceğimiz ve rızânın ayrı birer buudu sayılan şu küçük mülâhazaların tesbitinde de yarar var. İşte onlardan birkaçı:

  1. Rızâ, ulûhiyet ve rubûbiyet kaynaklı hiçbir karara karşı rahatsızlık duymamak,
  2. Allah’tan gelen her şeyi sevinçle karşılamak,
  3. Kader rüzgârları ne yandan eserse essin gönül rahatlığıyla göğüslemek,
  4. En sarsıcı ve ciğersûz hadiseler karşısında bile kalb balansının ayarını korumak,
  5. Allah’ın “levh-i mahfûz-ı hakikat”teki takdirlerini düşünerek başa gelenler karşısında yok yere vurunup dövünmemek…

Rızâyla alâkalı bu tâlî esaslar içinde mütâlaa edebileceğimiz daha başka hususlar olsa da, mevzuu dağıtmamak için bu faslı noktalamak istiyoruz.

Düz insanların rızâsı, haklarındaki ilâhî takdir ve tecellilere itiraz etmeme.. mârifette derinliklere ulaşmış kimselerin rızâsı, kaza ve kaderden gelen her şeyi gönül rahatlığıyla karşılama.. kendini aşmış kalb ve ruh insanlarının rızâsı ise, kendi mülâhaza ve mütâlaalarını devreden çıkarıp sadece ve sadece O’nun istek ve teveccühlerini rasat etme şeklinde yorumlanmıştır ki: يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً فَادْخُلِي فِي عِبَادِي وَادْخُلِي جَنَّتِي “Ey itminâna ermiş nefis! Dön Rabbine, O senden hoşnut sen de O’ndan hoşnut olarak.. dön de gir kullarımın arasına ve ardından da cennetime.”[6] âyetleri hemen bu mertebelerin hepsini ihtivâ etmekte ve hemen hepsiyle alâkalı teveccüh edecek hususlara cevap mâhiyetindedir.

Evet, bu âyetlerden de anlaşıldığı gibi, rızâ mertebesine ulaşabilmek, nefsin Allah’a yönelişiyle kayıtlanmıştır. Bu yöneliş bizim, zaman ve mekânla alâkalı durumumuz açısından ve dünyevî-uhrevî buudlarımız itibarıyla değil; Hakk’ın, zamanları ve mekânları aşan tecelli ve teveccühlerine göre değerlendirilmelidir. Bu itibarla da diyebiliriz ki, bu yöneliş; dünyada, tevekkül, teslimiyet ve tefvîz televvünlü; vefat esnasında, kalb itminânı ve Rabbiyle karşılıklı hoşnutluk münasebeti şeklinde; ikinci dirilişten sonra da, sâlih kullar arasında yerini alma ve cennete girme lütuf buudlarıyla tecelli edecektir.

Bir başka zâviyeden umum halk ve düz insanların rızâ telakkisi, Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyetini rızâ ile karşılama, başka arayışlara, başka yönelişlere bütün bütün kapanma ve hayatını قُلْ أَغَيْرَ اللهِ أَبْغِي رَبًّا وَهُوَ رَبُّ كُلِّ شَيْءٍ “De ki: O her şeyin Rabbiyken, ben Allah’tan başka bir rab mı arayacağım?”[7] ve قُلْ أَغَيْرَ اللهِ أَتَّخِذُ وَلِيًّا فَاطِرِ السَّمَوَاتِ وَاْلأَرْضِ وَهُوَ يُطْعِمُ وَلاَ يُطْعَمُ “De ki: Gökleri ve yeri yaratan, yediren-içiren ve yiyip-içmeye muhtaç olmayan Allah’tan başkasını mı rab edineyim?”[8] gerçekleri etrafında örgülenme şeklinde yorumlanmıştır ki, böyle bir rızâ düşüncesi, aynı zamanda hakikî tevhidi ifade etmesi bakımından her mü’min için mutlaka çok önemlidir. Bu seviyedeki rızâ, Hak sevgisinin kalbe hâkim olması ve o kalbde âdeta başka sevgilere yer kalmaması, hatta ağyâr adına sevilen şeylerin de O’ndan ötürü sevilmesi ve sevginin ibadet şekline dönüşmesiyle gerçekleşir.

İkinci derecedeki rızâ, mârifet erbâbının rızâsıdır.. ve buna “rızâ anillâh” da denir ki, Hakk’ın kaza ve kaderini gönül hoşnutluğuyla karşılayıp, kalb ibresinin en az bir zaman içinde dahi, en küçük sapmalara meydan vermemesi hâli diyebiliriz. Birincinin, rızâ adına avamca bir yaklaşım sayılmasına karşılık bu, mârifetle donanmış kalblerin Hak’la muâmelesi olarak kabul edilmiştir.

Üçüncü derecedeki rızâya gelince o, asfiyânın rızâsıdır ve Hakk’ın rızâsına rızâ şeklinde özetlenebilir. Bu makamla şereflendirilen fert, kendi namına öfkelenmez.. kendi namına huzur ve sevinç hissetmez.. kendi duygu, düşünce ve arzularından vazgeçerek, hep Rabbinde fâni olmanın zevk ve lezzetlerini yaşar.

Birinci derecedeki rızâ; irâdî olması ve tevhidi ifade etmesi bakımından farz ve aynı zamanda kurbet yolunun da mebdei; ikincisi ise, öncekinin devamı, son mertebenin de esası olması açısından vacip mesâbesinde ve kurbet mülâhazalarıyla dopdolu; üçüncüsüne gelince, o, kesbîlikten daha çok mevhibe televvünlü ve ayn-ı kurbet olan nafileden sayılmıştır.

Ayrıca, bu derecelerden sonuncusunun, ikinci ve birinci dereceleri ihtivâ ettiğini söylemek de mümkündür. Zira, rızâ yolunda olma ve rızâ mülâhazasıyla yaşama, bir asıl ve esas, bütün bütün rızâyla bütünleşme ve rızâlaşma da onun neticesi ve semeresidir. Tâbir-i diğerle, ilk iki mertebe Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarıyla alâkalı; üçüncüsü ise, buna terettüp eden sevap, mükâfat, tecelli, vâridât ve mukabeleyle alâkalıdır ki, zannediyorum رَضِيَ اللهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ ذَلِكَ لِمَنْ خَشِيَ رَبَّهُ “Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan.. işte bu, Rabbilerinden korkan kimselere ait bir mazhariyettir.”[9] âyet-i pürenvârı da bu üç hususa birden işaret etmektedir. Aynı gerçeğin bundan daha açık bir ifadesini de

ذَاقَ طَعْمَ اْلإِيمَانِ مَنْ رَضِيَ بِاللهِ رَبًّا وَبِاْلإِسْلاَمِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَسُولاً “Rabbim diye Allah’tan, dînim diye İslâm’dan, peygamberim diye de Hz. Muhammed (s.a.s.)’den hoşnut olan, imanın zevk-i ledünnîsini tatmış sayılır.”[10] sözleriyle Efendimiz dile getirmektedir.

Dipnotlar

  1. Aliyyülkârî, el-Esrâru’l-merfûa s.196; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/478-479.
  2. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 9/342; el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s. 195.
  3. el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.195.
  4. el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/217; el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s. 196.
  5. Nesâî, sehv 62; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/191.
  6. Fecr sûresi, 89/27-30.
  7. En’âm sûresi, 6/164.
  8. En’âm sûresi, 6/14.
  9. Beyyine sûresi, 98/8.
  10. Müslim, îmân 56; Tirmîzî, îmân 10; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/208.

Bu yazıyı paylaş