Neden Habeşistan?

İnsanlığın babası Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) Cennetten yeryüzüne indirilmesi ile başlayan

hicret, insanlık tarihinin değişmez gerçeğidir. Kur’ân’da ismi geçen peygamberlerin neredeyse tamamı hicret etmiştir. İnsanlığa rehber olarak gönderilen nebilerin izlerini takip eden ümmetlerin de kaderi hicretle sık sık buluşmuştur.

Muhacirler gittikleri yerlere kendi değerlerini götürmüş; hicret beldelerinde yeni şeyler öğrenerek âdeta medeniyetleri aşılamış ve insanlığın terakkiyatı adına çok önemli vazifeler eda etmişlerdir.

Çileli Yıllar

 Kâinatın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) risalet vazifesine başladığında, ilk Müslüman olanlarla birlikte Mekke müşriklerinin çok ağır zulmüne maruz kalmışlardı.

Allah Rasȗlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) yapılan muhalefetin temelinde, Mekke tiranlarının putlar ve putperestlik üzerinden kurdukları menfaat şebekesinin çökme endişesi olduğu söylenebilir.

O (sallallâhu aleyhi ve sellem) Rabbini anlatmaya başladığında Mekke müşrikleri önce inananları önemsememişler ve alay etmişlerdi. Bu şekilde İslam dininin yayılmasının önünü alamayacaklarını anlayınca işkence dönemini başlatmışlar, başta köleler olmak üzere sosyal destekten mahrum müminlere işkenceler yapmışlardı.

“Habeşistan’a Gidin”

Mekke’nin inananlar için açık bir hapishane haline geldiği, zulmün katmerlendiği günlerde Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) inananları toplayarak onlara şu tavsiyede bulunmuştu:

Siz bari yeryüzüne dağılın. Allah Teâlâ sizi yine bir araya getirir.” Sahabiler: “Ya Rasûlallah, nereye gidelim?” diye sorunca da eliyle Habeşistan’ın bulunduğu tarafı işaret ederek: “Siz Habeş ülkesine gitseniz iyi olur. Habeş hükümdarının yanında hiç kimse zulme uğramaz. Orası doğruluk yurdudur. Umulur ki Allah, sizi orada ferahlığa kavuşturur. buyurdu.[1]

Nübüvvetin beşinci yılının Receb ayında gerçekleşen ilk hicrete, en çok kabul gören rivayete göre, 11’i erkek, dördü kadın olmak üzere toplam 15 kişi katılmıştı.

Müşriklerin Müslüman olduklarına dair Habeşistan’a ulaşan yanlış bir haber sebebiyle Mekke’ye geri döndüler. Mekke yakınlarına gelince gerçeği öğrendiler, ama iş işten geçmişti.[2] Bir kabile reisinin himayesini kabul ederek Mekke’ye girebildiler. Habeşistan’dan dönen müminlerin çoğu, kendi aileleri tarafından yeniden baskı altına alındı ve müşriklerin zulümleri her geçen gün biraz daha şiddetlendi.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabına yeniden hicret izni verdi. Nübüvvetin altıncı yılında Hz. Cafer ibni Ebî Tâlib’in (radıyallâhu anh) önderliğinde gerçekleştirilen ikinci hicrete 18 ya da 19’u kadın olmak üzere 101 ya da 103 Müslüman katıldı. İlk muhacirlerin hemen hepsi, ikinci hicrette de yer almıştı. Bu sefer hicret edenlerin çokluğundan dolayı Mekke toplumunda hüzün havası esti. Zira neredeyse her aileden bir kişi Mekke’den ayrılmıştı.

Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Müslümanların hicret edeceği belde olarak Habeşistan’ı seçmişti. Dili, kültürel yapısı, sosyal hayatı, Mekke’ye göre çok farklı olan Habeşistan’ın (Etiyopya) seçilmesinde birçok hikmet vardır.

Zahirî olarak Yemen, hicret için daha elverişli bir belde olarak görülebilir. Yemen halkının anadili de Arapça idi. Sahabe efendilerimiz en azından dil problemi yaşamazlardı. Giyim kuşamından sosyal dokuya kadar birçok ortak nokta mevcuttu. İnsanoğlunun soy, kültür ve toplum yapısını inceleyen Antropoloji uzmanlarına göre, Hz. Nuh’un oğlu Sam’ın soyundan olan Arapların anavatanı Yemendir. Sahabe efendilerimiz Yemen’e hicret etmiş olsalardı, bir yönüyle kendi ana vatanlarına dönmüş olacaklardı. Yemenliler yaratılış itibariyle yumuşak kalpli insanlardır. Bunu Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadisinde söyle ifade etmiştir: “Size Yemenliler geldiler. Onlar ince ruhlu ve yufka yürekli insanlardır.[3]

Mamafih, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), ferasetiyle yine isabetli bir karar vermiş ve ashabını Habeşistan’a hicret ettirmişti.

Neden Habeşistan?

“Neden Habeşistan?” sorusunun cevabı, Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahabesini gönderirken Habeş Meliki hakkında söylediklerinde gizlidir. Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) Habeşistan’ı işaret ederken belirttiği hususlara ve sahabe efendilerimizin Habeşistan’da yaşadıkları tecrübelere dayanarak ilk hicret beldesi olarak Habeşistan’ın seçilmesinin bazı hikmetlerini şu şekilde sıralayabiliriz:

  1. Zulmetmeyen bir hükümdarın ülkesi olması.
  2. Sahabenin Habeşistan’ı tanıyor olması ve daha önce kurulan ekonomik ilişkiler.
  3. Sahabenin geçimini rahat temin edebilecek olması.
  4. Sığınma talebinin kabul edilmesi.
  5. İnanç hürriyeti.
  6. Fikir ve ifade hürriyeti.

Müminlerin Habeşistan’a hicreti müşrikleri çileden çıkarmış, liderleri arasında ciddi telaşa sebebiyet vermişti. Mekke’de yeni doğan din, Habeşistan’da devlet seviyesinde yeni bir müttefik kazanabilir ve Mekke tacirlerinin ticarî ilişkilerini tehlikeye düşürebilir endişesini doğurmuştu. Siyasî bir hamle olarak, Arap coğrafyasının iki diplomatik dâhisi olan Amr ibn Âs ile Abdullah ibn Ebî Rabîa’yı Necaşi’ye elçi olarak göndermeyi kararlaştırdılar. Amr ibn Âs ticarî faaliyetlerinden dolayı Necaşi ile tanışıklığını kullanarak suçluların (!) iadesini talep edecekti. Ciddi bir hazırlık yaptılar ve Necaşi ve yakın çevresine çok değerli hediyeler hazırladılar. Habeşistan’a ulaşınca öncelikle Necaşi’yi etkileyecek kişilere hediyelerini verip “Yarın Kral’dan Mekke’den kaçıp buraya sığınanları isteyeceğiz. Bu hususta Kral’ın vereceği karara etki edecek beyanlar bekliyoruz.” dediler.

Necaşi’nin huzuruna çıkınca da şunları söylediler:

Ey Hükümdar! Aramızdan çıkıp işlerimizi bozan bu adamlar şimdi de buraya senin dinini, ülkeni ve halkını bozmak için gelmişlerdir. Seni bu hususta ikaz etmeye geldik. Bunlar Meryem oğlu İsa’yı ilâh tanımazlar. Senin huzuruna girince secdeye varmazlar. Sen onları bize iade et; biz onların hakkından geliriz.”[4]

 Adil bir hükümdar olan Necaşi zulme onay vermedi: “Vallahi, hayır, çaresiz kalmış, yurduma gelip yerleşmiş, beni başkalarına tercih etmiş kimseleri, ben kimseye teslim etmem. Onlarla görüşmeden, onların fikirlerini almadan kararımı vermem. Eğer, iş bunların (elçilerin) dedikleri gibiyse, onları kendilerine teslim eder, kavimlerine geri çeviririm. Şayet iş, bunun aksi olursa kendilerini korur, en güzel şekilde görür gözetirim.”

 Yüzyıllar önce Necaşi, temel hak ve özgürlüklerin iki temel unsuru olan fikir ve ifade özgürlüğü haklarını, ülkesini diplomatik sıkıntıya sokma riskine rağmen ihlal etmemiş ve muhacirleri dinlemeye karar vermişti.

Hz. Cafer (radıyallâhu anh), Necaşi ve devlet erkânının hazır bulunduğu meclise çağırıldığında, tarihî bir konuşma yaptı. Hz. Cafer’i (radıyallâhu anh) dikkatli bir şekilde dinleyen Necaşi, “Vallahi, ben ne onları size teslim ederim, ne de onlar hakkında herhangi bir kötülük düşünürüm.” dedi. Bu sözleriyle muhacirlerin sığınma talebini kabul etmiş olduğunu, kendi din adamları, devlet erkânı ve Mekke heyeti önünde açıklamış oldu.

Amr bin As kolay pes etmedi ve ertesi gün Necaşi’nin huzuruna çıkarak Müslümanların Hazreti İsa (aleyhisselâm) hakkında garip şeyler söylediklerini anlattı.

Necaşi günümüzün devlet ve hukuk adamlarına misal teşkil edecek şekilde, Müslümanlarla konuşmayı uygun buldu ve Hz. Cafer’e “Hazreti İsa hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sordu.

Hz. Cafer (radıyallâhu anh) şu cevabı verdi: “Biz Hz. İsa hakkında Peygamberimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize Allah’tan getirip bildirdiğini söyleriz: O, Allah’ın kulu, Rasûlü ve Allah’ın (sair ruhlar gibi yarattığı ve) gönderdiği bir ruhtur. O, dünyadan ve erkekten vazgeçen iffetli bir kız olan Meryem’e ilka edilmiş olan Allah’ın bir kelimesidir. (Yani Cenab-ı Hakk’ın “Kün” emriyle babasız dünyaya gelmiştir). Meryem oğlu İsa’nın hâli ve şanı bundan ibarettir.”

 Necaşi’nin Kararı

Hz. Cafer’in bu cevabına Necaşi’yi oldukça sevindi ve eline bir çubuk alıp yere bir çizgi çizerek, “Bizimle sizin aranızda bu hususta, şu çizgi kadarcık bir fark var. Zaten biz de onu sizin söylediğinizden başka bir şekilde telâkki etmiyoruz. Sizi ve yanından geldiğiniz zatı tebrik ederim ki o, Allah’ın Rasûlü’dür. Zaten biz onun vasıflarını kitabımız olan İncil’de okumuştuk. O peygamberi, Meryem oğlu İsa da insanlığa müjdelemişti. Allah’a yemin olsun ki eğer o bu ülkemde bulunmuş olsaydı, ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım. Gidiniz! Ülkemin el sürülmemiş kısmında her tecavüzden mahfuz, emniyet ve huzur içinde yaşayınız. Size kötülük eden helâk olur. Ben sizden herhangi birinizi üzerek, bir dağ kadar altına sahip olacağımı bilsem, yine de buna teşebbüs etmem.”[5] dedi.

Necaşi hicretin 9. yılında vefat etti. Hz. Cebrail (aleyhisselâm) vefatını haber verince Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bugün sizin salih bir kardeşiniz vefat etti.”[6] diyerek sahabesiyle Necaşi’nin gıyabî cenaze namazını kıldı.

Habeşistan hicreti ile Cenab-ı Hakk’ın şu ayetteki vaadi gerçekleşmiş oldu: “Zulme uğratıldıktan sonra, Allah yolunda hicret edenleri dünyada elbette güzel bir yere yerleştireceğiz; âhiret karşılığı ise daha büyüktür. Bilmiş olsalardı.” (Nahl, 16/41).

Habeşistan hicreti birçok hayırlı neticeye vesile oldu. İslam’ın nuru, erken dönemde başka bir beldeye ulaşmış, Mekke dışındaki insanların ve devlet yetkililerinin bu dinden haberi olmuştu. Belki de bu yüzden müşrikler, bir avuç insanın peşini bırakmamışlar, Habeşistan’a gidenleri fitne çıkarmakla suçlayıp Habeş Kralı’na şikâyet ederek onları derdest edip Mekke’ye getirmek için çaba göstermişlerdi.

Dipnotlar

[1] Asım Köksal, İslâm Tarihi (Mekke Devri), Ankara: Köksal Yayıncılık, 1966, s. 246.

[2] Tarih kitaplarında bu asılsız haberin çıkmasına sebep olarak Garânîk hadisesi gösterilir.

[3] Buhari, Menakıb 1.

[4] İbni Hişâm, Sîre, 1/358.

[5] İbn Kesîr, Hz. Peygamber’in Hayatı, İstanbul: Çelik Yayınevi, 2013, s. 192.

[6] Müslim, 2:657.

 

Bu yazıyı paylaş