Kan Pulcukları Neler Anlatıyor?

Almanya’ya geleli üç yıl, asistan doktor olarak çalışmaya başlayalı ise sadece bir kaç ay olmuştu. Uzun ve yorucu bir gündü. Sabahın erken saatlerinde kahvaltı edip çıkmıştım. Öğle yemeğim bir muz ve bir bardak kahveden ibaretti. Akşam geç saatlerde eve geldiğimde çok acıkmış ve yorulmuştum. Son yıllarda yaşadıklarım çok zor ve ağır gelmişti. Artık eskisi gibi genç değildim, memleketimde olduğum gibi uzman doktor da değildim. Hâkim olmadığım yabancı bir dili konuşarak, yabancı bir kültürde hayatımı sürdürme gayreti içindeydim. Bedenim ve ruhumda ümitle iyileşmeyi bekleyen, sızlayan bir sürü yaraya, yabancısı olduğum bir iş ortamı da eklenmişti.

Mutfağa girdiğimde hızlıca bir şeyler hazırlayayım derken sol işaret parmağımı kestim. Kesik yeri çok derin olmasa da hemen kanamaya başladı. “Al sana kapanmasını bekleyeceğin bir yara daha” diye geçirdim içimden. Yaralı elimi kaldırdım ve kanayan parmağımı incelemeye başladım. Kan, kırmızı minik bir kaynak gibi önce elime doğru yavaşça süzüldü, sonra kesik yerin üzerinde birikmeye başladı ve nihayet yaklaşık üç dakika sonra durdu.

Dışarıdan çok basit gibi görünüyordu bu olay, ama hiç de öyle değildi aslında. Suda yüzmekte olan bir gemide meydana gelen deliği tamir etmek ne kadar zor olsa gerek. Dışarıda yüksek basınçlı su, içeride düşük basınçlı hava mevcuttur. İkisi arasındaki ciddi basınç farkı sebebiyle deniz suyu sürekli içeri girmeye meyleder.
Aynı şekilde baraj duvarının derinliklerinde oluşan bir deliği tamir etmek de çok zordur. Yer çekimi ve basınç farkı tesiriyle su delikten hızla fışkırmaya çalışırken etrafındaki sağlam duvarları da yıkarak barajı patlatabilir. Baraj boşken tamir kolay olmasına rağmen su doluyken hasar gören kısmı tamir etmek çok meşakkatlidir. Ne demir ne çimento burada kolayca durabilir.

Nasıl oluyor da hiç durmadan, hayat boyu akan kanımızı taşıyan damarlar zedelenince, kanama bu denli çabuk durdurulabiliyor? 90.000–120.000 kilometre uzunlukta olduğu söylenen damar ağımızda belli bir basınçla, sürekli akan kanımız, gerekli besinleri ve oksijeni dokulara taşıyıp atık maddeleri uzaklaştırır.[1] Kalbimizin kasılma ve gevşeme gücünün meydana getirdiği, tansiyon ismini verdiğimiz basınç, 140/90 mmHg altında ise normal kabul edilir. En ideal kan basıncı 120/80 mmHg altı değerlerdir.[2] Damarlarda oluşan hasarı tamir etmek için kanımızda modern makineler, olağanüstü tuğlalar ve ultra yapıştırıcılar olmadığına göre hangi usta, hangi malzemeleri kullanarak bu kanamayı durduruyor?

Normal bir insanda kanama zamanı iki–dokuz dakika arasında olup ortalaması beş dakika kabul edilir. Vücudumuzdaki on binlerce kilometrelik damar ağında akan kanda, damar çeperinin bütünlüğünün bozulması durumunda, onu tamir edecek pıhtılaşma faktörleri ve trombosit (kan pulcukları) denilen pıhtılaşma hücreleri vardır. Tıbbî adı hemostaz olan pıhtılaşma olayı primer (birincil) ve sekonder (ikincil) aşamalara ayrılır.[3] Bu süreç, gerek derimizde gerekse bedenimizin içindeki kanamalarda hemen devreye girer ve küçük bir zedelenme, büyük reaksiyonlara sebep olur.

Pıhtılaşma sürecinde en büyük vazifelerden biri trombosit isimli pıhtılaşma hücrelerine verilmiştir. Aslında tam bir hücre oldukları da söylenemeyecek bu hücre parçalarına, tabağa benzer düz bir yapıda oldukları için yassı anlamında platelet (pulcuk) de denilir. 1,5–3 µm çaplı bu hücre parçaları kemik iliğinde bulunan ve megakaryosit denilen çok çekirdekli dev hücreler tarafından üretilirler, akabinde 9–10 gün yaşayıp vazifeleri sona erince dalakta yıkılırlar. Çekirdeksiz olan bu hücreler, içi değişik maddelerle dolu çok sayıda kesecik (granül) ihtiva ederler. Hücre zarının içeriye doğru uzanmasıyla teşekkül eden birçok kanal vesilesiyle dış dokulardan ve kandaki güncel haberlerden anında haberdar olurlar.[4]

Çalıştığım hastanenin laboratuvarında, basit diyebileceğimiz tetkiklerin kandaki ölçümü için gereken devasa cihazlar geldi gözümün önüne. Kadîr-i Mutlak, gözle görülemeyecek kadar minik olan bu hücrelere kocaman bir makinede olan teçhizat ve özelliklerden çok daha büyük maharetler yüklemiş olmalı ki bir laboratuvar gibi çalışmakla kalmıyor, kandaki alarmı algılayıp adeta emir bekleyen askerler gibi imdada koşuyor. Ne kadar teçhizatlı yaratılmışız ki toplamda 5 litre kadar olan kanımızın sadece bir mililitresinde 150.000 ile 450.000 arasında değişen sayılarda trombosit var.[5]

Kanamayı durdurmanın ilk aşaması olan primer pıhtılaşma, damar yaralanması olur olmaz başlar. Damarların iç yüzeyini örten endotel hücreleri hasar görünce, altındaki bağ dokusu ortaya çıkar. Bu dokudan açığa çıkan bazı moleküllerden haberdar olan trombosit askerleri hemen harekete geçer. Kan pıhtılaşmasında birbiri ardına cereyan eden reaksiyonlar zinciri ve her bir halkada çeşitli faktörler vardır. Yaklaşık 16 faktörün her birinin ayrı bir vazifesi bulunur. Darwinizm’i biyokimya açısından çürütme ve zayıflığını gösterme adına Darwin’in Kara Kutusu kitabının yazarı Michael Behe, eserinde kan pıhtılaşmasına ayrı bir yer vermiş ve bu olayı “indirgenemez komplekslik” olarak adlandırmıştır. Arka arkaya dizilmiş domino taşları gibi işleyen pıhtılaşma olayında, her bir faktör sonsuz bir ilim ve hikmetle seçilerek, takdir edilmiş ve yerli yerine yerleştirilmiş olduğundan, birisi bile eksik olsa zincir bozulacağından pıhtılaşma olayı aksar. Dolayısıyla kan pıhtılaşması gibi bir olayın, tesadüfî mutasyonlar ve kaotik kimyevî karışmalarla kendi kendine ortaya çıkması muhaldir.

Trombosit aktivasyonu denilen bu olay, bir komutanın seferberlik ilanı gibidir. Trombositler hasarlı bölgeye Von Willebrand faktörü ile yapışır. Salgıladıkları ADP (adenosin trifosfat) elçi molekülünü dışarıya boşaltarak diğer askerleri yardıma çağırır. Zedelenmiş yaraya yapışan trombositlerin hücre zarından ortama araşidonik asit salgılanır. Bu hammadde iki molekülün yapımında görevlidir: tromboksan A2 ve PGI2 (prostasiklin). Bu iki molekül kanamayı durdurmada dengeyi sağlar.

Araşidonik asitten pıhtılaşma hücrelerinde sentezlenen tromboksan A2’nin görevi trombosit tuğlalarının ustaca dizilmesi ve kümelenerek tıkaç meydana getirmesidir. Ayrıca pıhtılaşma hücrelerinin salgıladığı serotonin, damar duvarının büzülmesine sebep olarak kanayan yüzeyin küçülmesine ve akıntının azalmasına vesile olur. Pıhtılaşma hücrelerindeki aktin ve miyozin iplikcikleri kasılıp trombosit tıkacını küçültür ve güçlendirir.

Sekonder pıhtılaşma dediğimiz ikinci safha daha geç devreye girer ve kırılgan ve zayıf olan trombosit tıkacını çok daha sabit ve güçlü hale getirir. Bu aşamada kandan gelen fibrinojen molekülleri birbiriyle birleşerek fibrin adlı iplikler halinde yapışkan bir proteine dönüşür. Fibrin lifleri çok güçlü bir yapışkan gibidir. Kırmızı kan hücrelerini de içine alarak trombosit tıkacının üzerine yapışır ve sağlam tabakalar halinde örmeye başlar.

Her biyolojik sistemde olduğu gibi bu olayda da “Dur!” diyecek denetleyici memurlara ihtiyaç vardır. Damarın iç yüzeyini döşeyen endotel hücreleri, sanki biyokimya tahsili yapmışlar gibi, olup biteni bir kontrol memuru titizliği ile takip eder. Vakti geldiğinde bu hücreler trombositlerden aldıkları araşidonik asit hammaddesinden ürettikleri prostasiklini (PGI2) salgılar. Bu ise kuvvetli bir şekilde trombosit kümelenmesini engeller ve damar duvarını genişletir. Böylece tıkaç sadece hasarlı bölgede sınırlı kalır ve yayılamaz, böylece uzak bölgelerdeki kan akımının devamı sağlanmış olur.

Pıhtılaşmanın sınırlandırılması da en az kanamanın durdurulması kadar hayatidir. Prostasiklin gibi böyle bir molekül olmasaydı saniyeler süren bir zaman diliminde oluşan pıhtılar metrelerce boyunca damarı tıkayacak ve kan akmayan organlar kangren olmakla karşı karşıya kalacaktı. Bu arada kopabilecek pıhtı parçaları beyin, kalb ve akciğer gibi hayatî organlara giden damarlarda tıkanmalar yaparak krizlere sebep olmasın diye ayrı bir pıhtı eritici sistem daha konulmuştur. Yine sonsuz bir ilim, kerem ve hikmetle yaratılan bu sistemdeki enzimler de gereksiz pıhtıları eritir ve tıkanıkların önüne geçer.

Evet, “Bir yara daha sarıldı ve iyileşmesi bekleniyor” diye düşündüm. Bu kadar küçük ve önemsiz sayılabilecek bir yarayı bile bu şekilde saran Kadir-i Mutlak, elbette bütün yaraları hiç ummadığımız şekilde sarmaya kadirdir. Yeter ki sabredelim.

Von Willebrand faktörü: Damar zedelendiğinde ortaya çıkan dokudaki kolajene trombositleri bağlayan bir protein.

serotonin: Mutluluk ve zindelik hissi veren, sinir hücreleri arasında sinyalleri taşıyan kimyevî bir madde.

fibrinojen: Pıhtı teli üreten.

Dipnotlar

[1] tr.wikipedia.org/wiki/Kan

[2] Innere Medizin, Gerd Herold, 2018.

[3] Güher Saruhan-Direskeneli, “Hemostaz”, İ.Ü. İstanbul Tıp Fakültesi Fizyoloji AD.

[4] tr.wikipedia.org/wiki/Trombosit

[5] www.kanhastaliklari.org.tr

Bu yazıyı paylaş