Ben de isterdim serbestçe seyahat etmeyi; tren yolu boyunca uzanan o güzelim ormanları, renk cümbüşü dağları, her dem birbirinden eşsiz tablolara bürünen gökyüzünü hayret makamında temaşa etmeyi; vapura binip günbatımı eşliğinde ahenkle pike yapan martılara ekmek atmayı ve o deniz kokusunu içer gibi yudumlamayı… Bütün bunlar daha bir tatlı geliyor özgür olmayınca insana.
Acınası ruhuma, yaşadığım ve maalesef unutamadığım kahır ve hüzün dolu olaylar da yapışınca, tahammülfersa oluyordu hayat. Bir türlü söküp atamadığım mahkeme sürecine gidince zihnim, kare kare yaşananlar gözlerimin önünde beliriveriyordu. Hayalime dahi gelmeyecek bir suçlamayı, nasıl da üzerime hoyratça bocaladıklarını, bunu yaparken de ne kadar vurdumduymaz olduklarını hatırlıyordum.
Sebahattin Ali’nin dediği gibi “Sû-i niyeti esas olarak kabul eden ve bir insanın dürüst, samimi ve namuslu olabileceğine ihtimal vermeyen bir heyete karşı kendini müdafaa edebilmenin hazin imkânsızlığını” yaşıyordum. Elden gelen bir şey de yoktu, kurbanlık koyun gibi boynunu büküp gelecek hükme razı olmak dışında. İtirazlar da verilecek cezayı artırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Hasım, hançeri bağrına saplamış, kanırta kanırta bıçağı çeviriyor, bunu yaparken de güç sahiplerinin sunduğu yetkiyi alabildiğince kullanmanın verdiği hazla, kibrin doruklarına ulaşıyordu. Kaçacak bir yerin yok, uğradığın bu apaçık adaletsizlik ve iftiraya karşı sesine kulak veren de.
Böylesine zulümât içinde bunaldığım bir sırada teselli ararcasına Kur’ân’ı açtım ve bu fiziki âlemin bütün engelleme ve karanlıklarına bedel manevî bir yola koyuldum.
Hz. Yusuf’un (aleyhisselam) yanına vardım. Kuyunun dibinde kaldım uzun uzadıya, sesimi duyuramadan öylece! Yukarıdan ne zaman bir ip sarkıtılacak diye bakındım çocukça bir masumiyetle. Babası Yakub’u “İnnemâ eşku bessî ve huznî ilallah” (Sıkıntımı, keder ve hüznümü sadece Allah’a arz ediyorum) diyerek ağlıyor, Cenabı Mevla’dan “sabr-ı cemil” (güzelce sabır) diliyor buldum. Oradan çıktım, Hz. İbrahim’in (aleyhisselam) yanına uğradım. Baktım, devasa mancınıklar kurulup ateşler yakılmış. Âdeta yamyam kesilmiş kalabalıklar karşısında Hz. İbrahim’de zerrece tereddüt yok! Kulağını dudaklarına değdirenlere, “Hasbunallahu ve ni’mel vekîl” (Allah bana yeter, O ne güzel vekildir) diyor! Biraz ileride Hz. Musa’yı (aleyhisselam) kimi zaman kardeşi Hz. Harun (aleyhisselam) ile oturmuş, “Ne yaparız da sahil-i selamete çıkarırız milleti” diye dertlenir buldum. Gâh “Rabbim gönlüme genişlik ver, işimi kolaylaştır” diyor, gâh çaresizliğin verdiği hüzünle, “Rabbi innî limâ enzelte ileyye min hayrin fakîr” (Rabbim, ikram edeceğin her türlü nimete muhtacım) diyerek yalvarıyordu. Kimi zaman da Firavun ve avenelerini Allah’a şikâyet edercesine, “Ey bizim Rabbimiz! Sen Firavun ile onun ileri gelen yardımcılarına insanları neticede Senin yolundan saptırsınlar diye mi dünya hayatında muazzam zinet, haşmet ve servet verdin? Ey bizim büyük Rabbimiz, mahvet, sil süpür onların servetlerini ve kalplerini şiddetle sık! Belli ki o acı azabı görmedikçe onlar imana gelmeyecekler” diyordu. Âdeta, elebaşı o zalim güruhtan ümidini kesmiş, verilecek hükmü bekliyordu.
Hele Hz. Lut’un (aleyhisselam) durumu… O kadar çok rikkatime dokundu ki! “İşte kızlarım!” diyordu, “Sizi onlarla evlendireyim. İrtikâp etmeyin bu ahlaksızlığı, beni misafirlerime karşı rezil etmeyin!” diyordu ama o azgın topluluk bu yalvarışlarını kâle bile almıyordu. Bununla da kalmayıp, “Seni, el âlemin işine karışmaktan menetmemiş miydik?” diye çıkışıyorlardı hoyratça. Ellerini semaya kaldırıp, “Rabbi neccinî ve ehlî minel kerbil azîm” (Rabbim beni ve ailemi bu zor durumdan kurtar!) diyerek yalvardı da Rabbi duasını kabul buyurdu, sabaha karşı onu ve ailesini o müşkül durumdan kurtardı. Ardına bakmadan giderken “Keşke dinleseler, bu ahlaksızlıktan yüz çevirselerdi” diye kalbi hüzünlenmişti.
Hz. Nuh’a (aleyhisselam) yaklaştığımda, gemi inşasıyla uğraşırken buldum; epey yaşlanmış, yüzünde çektiği çilenin derin çizgileri vardı. Kolay değildi tam 950 sene azgın, zorba, inatçı ve kibirli bir toplulukla uğraşmak! Nasihatlerine kulaklarını tıkayıp onunla her karşılaşmalarında şallarıyla yüzlerini kapatan insanların, uzattığı ele sırtını dönen oğlunun akıbetinden çok endişeliydi. “Rabbi innî mağlup. Fentasir” (Ya Rabbi, ben mağlubum, artık Sen bana yardım et!) diye sel gibi boşalan gözyaşları içinde onların sahil-i selamete ulaşmaları için dua dua yalvarıyordu.
Oradan da ayrılıp yoluma devam ettim. Baktım, uzaktan paklardan pak, nur abidesi Betül geliyor. Kucağında yeni doğmuş bir bebek, yüzü yerde, kafasını kaldırıp kimseye bakamayacak kadar mahcup ve suskun. Sessizce “Yâ leytenî mittu kable hâzâ ve küntü nesyen mensiyyâ” (Ah! Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim) diye Rabbinden dilediğini işittim.
Onu ve neşet ettiği ortamı iyi bilmelerine rağmen peşin hükme bağnazca saplanan insanlar, âdeta bir çakal sürüsü gibi üşüşmüşlerdi etrafına. “Ey Meryem! Çok çirkin bir şey yaptın. Baban kötü bir insan değildi. Annen de iffetsiz bir kadın değildi!” kabilinden lafları boca etmişlerdi bir çırpıda. Bırakın söz söylemeyi, mahcubiyetinden kafasını kaldıracak hâli de yoktu. O anda elime bir sopa alıp, “Sakının tümüyle zandan” diye haykırarak kovalayasım geldi hepsini. “Mesele sizin zannettiğiniz gibi değil! O pir u pak, masum ve iffetli! Apaçık iftira atıyorsunuz, durun!” diyesim vardı ama hakikate böylesine kapalı gözler beni nasıl göreceklerdi ki! Olaylara müdahale etmem de yasaktı.
Yavrusunu işaret edince birden dile geldi kundaktaki masum. “Ben Allah’ın kuluyum. O bana kitap verdi, beni peygamber olarak görevlendirdi.” Öfkeli kalabalıktan hakikate uyanan kimisi başları önde, ama herkes hayretler içerisinde, ellerini çekti ondan. Meydanda kucağında bebeğiyle bir tek o kalakaldı. İliklerime kadar hissettiğim bir kader birliği vardı validemizle aramızda… Bir de dilimden boşalan tesellim: “Lâ tahzen innallâhe meanâ” (Üzülme! Allah bizimle beraberdir).