Zevk u sefadan bütün bütün el çekerek, beden ve cismaniyeti aşma istikametinde katlanılan sıkıntı, eziyet mânâlarına gelen çile; hak yolcusunun, nefis tezkiyesi ve ruh terbiyesi adına, asgarî kırk gün olmak üzere, çetin bir perhiz ve disiplin içinde yaşamasına denir ki, bu süre zarfında derviş, yeme-içme, uyuma-konuşma… gibi hususlarda zaruret sınırları içinde kalarak, vaktinin büyük bir bölümünde ibadet, zikir, fikir, murâkabe ve muhâsebe ile meşgul olur ve âdeta ölmeden evvel ölmüş gibi davranarak, sürekli ölüm temrinleriyle nefsanîliği açısından fenâ bulur ve ruhunun bütün menfezleriyle Hakk’a açık bir hakikat eri donanımıyla yeniden hayata “bismillâh” der ve Rabbine yürür.

Daha çok dervişlerin, tekye ve zaviyelerinin tenha bir köşesinde veya evlerinin âsûde bir hücresinde çekmeye çalıştıkları çile; riyâzet mülâhazasının hatırlattığı hususları çağrıştıran, hatta bazı yanları itibarıyla onun fonksiyonlarını edaya vesile olan bir Hakk’a kurbet hamlesi veya aktif bir vuslat beklentisidir. Asgarîsi kırk gün olması itibarıyla, kelimeyi Farsça aslına ircâ ederek “çile” dedikleri gibi, bazen de kelimenin Arapça karşılığıyla “erbaîn” demişlerdir. Kırk demek olan erbaîn, tam kırk gün demek değildir; bu süre bazen gün, bazen hafta, bazen ay, bazen de senelerce sürebilir.. bazen derviş, bütün bütün cismaniyetten sıyrılıp çıkmak ve nefs-i hayvanîsini aşabilmek için ömür boyu bile çile çıkarabilir; çile ile oturur kalkar.. kapılarını sürekli ızdıraba açık tutar.. dahası, Hak yolunda katlanılan şeyleri Sevgili’nin armağanı olarak kabul eder.. dertler, sıkıntılar, kederler ağırlaştıkça o, hayatı daha bir sever.. yaşadığını duyuyor olma neşvesi içinde musibetleri hoşâmedî ile karşılar ve Allah için başa gelen her şeyi aziz bir misafir gibi selâmlar; hatta bazı gönül erleri, onu belâ şeklinde insana ihsan edilmiş bir nimet kabul ederek, “hel min mezîd” deyip, artırılmasını bile istedikleri olmuştur. Fuzûlî, Mecnûn’u konuşturma sadedinde bu konudaki düşüncelerini şöyle ifade eder:

“ Az eyleme inayetini ehl-i dertten,

Yani ki, çok belâlara kıl müptelâ beni.”

Mevlâna, ızdırap ve çileleri, her sabah kapımızı çalan bir misafire benzetir ve bu aziz misafirin izaz edilmesi gerektiğini vurgular:

هَر دَمِي فِكرى چو مهمَانِ عَزِيز،آيَـد اندَر سِينَه هَر رُوز نِيز

رَسُـولِ غَم اگـر آيَـد بَر تُو،كَنَارَش گِير هَمچُون آشنَايِي

“Her an aziz bir misafir gibi gönlüne bir tasa, bir keder gelir çatar… Eğer sana bir gam elçisi gelirse, onu bir dost gibi karşıla, kucakla; zaten o da sana yabancı değil; yani arada bir âşinalık var.”

Mevlâna’nın bu düşüncelerini İbrahim Hakkı, çağının ifade urbasını giydirerek şöyle seslendirir:

“ Gelir çûn kalbine hüzün, elem, gam;

Çek onu sen, sana bil âşina hoş.

Nüzûl eyler kalbe havâtır Hak’dan,

Kabul et cümleyi, de: Merhaba hoş!

Misafirdir gam, et izzet ona kim,

Gide senden Hudâ’ya her belâ hoş..

……………………………………………….

Cefâdan kaçma, nâmerd olma Hakkı,

Cefâdan merd-i Hak bulmuş safâ hoş.”

Eşrefoğlu Rûmî ise, zehirin şeker-şerbet kabul edilmesini salıklar ve:

“ Eşrefoğlu Rûmî, yâri sevenlerin budur kârı,

Ol dost için ağuları şeker gibi yutmak gerek.” der.

Bu yolda, belâ ve musibetlerle içli-dışlı olmak, hiç olmazsa celâli-cemali bir bilmek, safâyı-cefâyı aynı görmek önemli bir esas kabul edilmekle beraber, halvethâne veya çilehâne hücrelerinde geçirilen “erbaîn”lerin kendine göre bazı usûl ve âdâbı vardır:

Dervişler dünyasında ana çizgileriyle çile; kırk gün veya birkaç tane kırk gün, meâlîye müştak hak yolcusunun duygu ve düşüncelerinin bulanmayacağı, kalb ufkunun kirlenmeyeceği müsait bir yerde, tamamen uhrevîliğe kilitlenerek, öteler ve öteler ötesi mülâhazalarıyla saflaşıp derinleşmesinin, kalb ve ruhun hayat seviyesine yükselerek ruhanîlerle aynı atmosferi paylaşmanın en kestirme yoludur ve semavî olan-olmayan ya da semavî olduğu bilinmeyen din şeklindeki bütün organizasyonlarda, ruha kendi gücünü kazandırma veya ruhun gücünü ortaya çıkarma mülâhazalarıyla başvurulagelen bir yöntemdir. Hem mistisizmi hem yogizmi hem de parapsikolojiyi alâkadar eden böyle bir konunun yeri Kalbin Zümrüt Tepeleri olmasa gerek.

Sofîler, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Musa’nın, Rabbiyle mülâkat hazırlığı adına kırk günlük tasfiye faslını, “erbaîn” de diyebileceğimiz “çile”ye bir me’haz ve mesnet kabul ettikleri gibi, İsrailoğulları’nın bir yerde zaaf gösterip, savaştan geri durmalarına karşılık, hem bir ceza hem de daha sonraki mücadeleleri adına bir hazırlık olması açısından, kırk yıllık “Tîh” hayatlarını da önemli bir kaynak kabul ederler. Hıristiyanlık’ta da Paskalya öncesi kırk günlük bir perhiz dönemi vardır ki, işte bu, onlarda da farklı bir “erbaîn”in var olduğunu gösterir. Her din ve sistem taraftarı, erbaîn’i farklı yorumlayıp farklı yaşasa da, semavî dinler ve gayri semavî organizasyonların hemen hepsinde çilenin var olduğu söylenebilir. Hatta tam kırk gün olmasa da, Kitap ve Sünnet’le müeyyed bulunan itikâfı da böyle bir tecrid ve tecerrüd hamlesi içinde zikretmek mümkündür.

Ayrıca, bu konuda hem İslâm dünyasında hem Yahudilik ve Hıristiyanlık âleminde hem de Müslümanlar arasındaki farklı mezhep ve düşünce sistemlerinde ister çile unvanıyla, ister erbaîn nâmıyla, hem nefislerin tezkiyesi hem de ruhların terbiyesi adına, belli bir süre için bir tecrid ve tecerrüdden, bir halvet ve inzivadan hep bahsedilegelmiştir. Bizim dünyamızda böyle bir tasfiye ve tezkiye şimdiye kadar hep çilehâne veya halvethânelerde gerçekleştirilmiştir; başkalarınınki de, kendilerine mahsus mabetlerin bir köşesinde…

Derviş, bağlı bulunduğu mürşidin rehberliğinde bu çilehâne veya halvethâneye girer.. orada tam bir inziva hayatı yaşar.. az yer, az uyur, az konuşur.. günlerini tamamen ibadetle geçirir.. her gününü, her gecesini farklı bir muhâsebe ile değerlendirir, farklı bir murâkabe ile derinleştirir.. sürekli zikirle kalbine hayat üfler, fikirle enfüs-âfâk arası seyahatten seyahate koşar.. kalbî ve ruhî hayata sıkı tutunarak bütün benliğinde Rabbini duymaya çalışır ve her zaman gönlünün bir yanından kendine aralanan kapının arkasını, halvette halveti, uzlette de vahdeti görmeye, duymaya çalışır.. bu yolda en küçük şafak emarelerini bile, kalbinin yamaçlarında gerçek birer tulû gibi müşâhede etme, rasat etme noktalarını araştırır.. imkânlarının sınırlılığını, iradesinin yetmezliğini acz ü fakr iniltileriyle dile getirir; getirir ve Hakk’ın sonsuz kudretiyle ümidini şahlandırır.. nâçâr kaldığı yerde kendisine sürpriz bir şekilde bir kapı aralanacağı recâsıyla, sık sık:

“ Kerem kıl, kesme sultanım keremin bînevâlerden

Keremkâne yakışır mı kerem kesmek gedâlerden”

(M. Lütfî)

der ve en miskin bir dilenci gibi hâlini, o her şeye nigehbân Rabbine arz eder. Mârifeti, muhabbeti arttıkça, o da Rabbiyle münasebetlerini daha bir derinleştirerek, sadece O’nu görüp, O’nu duyup, O’nu düşünmeye himmetini hasreder.. ve en zarurî ihtiyaçlarını dahi asgarîye indirerek, âdeta ruhanîler gibi, bütün bütün cismaniyetin üstüne çıkarak, evvelâ ahvâl ve evsâfında, sonra da zâtında semavîlere mahrem-i râz olur ve kurb-i sultanda üns esintileri teneffüs etmeye başlar.

Bu yazıyı paylaş