Fatiha Ufkunda Tefekkür

Odasında yalnızdı. Kitaba dalmış, vaktin nasıl geçtiğini fark etmemişti. Gözlerini oğuşturdu; kitabı masanın üzerine bıraktı. Kalktı, pencereden dışarıya baktı. Gecenin karanlığında, sokak lambalarının ışığında, yağmur damlaları parlıyordu. Bir süre öylece yağmur damlalarını seyretti. “Bu bulutlar nasıl bir fabrika ki böyle düzenli, bereketli damlalar indiriliyor toprağa? Böylesine mükemmel bir sulama sistemini kim tesis edebilir?”

Sonra lavaboya geçti, abdestini tazeledi. Pek sevdiği şafak renkli seccadesini serdi. Tekbir alıp gözlerini secde yerine dikti. Orada büyük bir sır var gibiydi. Her namazda gözleri secde yerine çakılır kalırdı. “Sübhâneke” duasını okurken tesbihin sesleri, hamd vadisinden gelen esintilere karıştı. Kovulmuş şeytandan Allah’a (celle celâluhu) sığınıp her hayrın başı ve nice esrarın hazinesi olan besmeleyi okudu.

Bir şifa, bir açılış, bir huzur kaynağı olan ilk sȗre hamd ile başlıyordu. Bu kelimeyi en iyi Ahmed ve Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) isimleri açıklayabilirdi. Bu arada kendini büyük bir âlemin kapısında hissetti. Bu âlem, dünya ve ukbayı içine alan bir âlemdi. Bu âlem, rahmet ve hidayet yağmurlarının yağdığı bir âlemdi. Dışarıdaki yağmur da gönüldeki sevgi de o âlemden akıp geliyordu.

Sonra İlahî Rahmet kapısına dokundu.

“Elhamdulillahi Rabbi’l-âlemîn.” Âlemlerin Rabbine hamd olsun; bütün hamdler övgüler âlemlerin Rabbi Allah’a aittir. Âlemler ki hayatı çepeçevre kuşatmıştır. Kalp âleminden akıl âlemine, mülk âleminden melekût âlemine kadar ne çok âlem var. Hepsinin de Rabbi Allah’tır. Hayatı bana verip bu âlemleri görmemi, bilmemi nasip eden Allah ne yücedir!

Bu âyetin nurları parıldadı birden ve her yer aydınlandı. Kutsi hadiste ifade edilen bir nida yankılandı kalb yamaçlarında: “Kulum bana hamdetti.” Bu, âlemlerin Rabbinin, kulunun hamdine cevabıydı. O an ruhunun zamansızlıkta dalgalandığını hissetti. Melekler âlemine, hayvanat âlemine, nebatat âlemine ve oradan insanlık âlemine bir anlık seyahat yaptı. Bütün mevcudat hamd makamında durur gibiydi. Bir an inbisat etmiş, ruh bu genişlikte akıl almaz bir seyahate çıkmıştı. Bu; rüya âleminde, saatlerin birkaç saniyeye sığması gibi bir şeydi.

Kapının tokmağına ikinci dokunuş…

“Er-Rahmani’r-Rahim” (O, Rahman ve Rahimdir). “Ya Rahmane’d-dünya ve ya Rahime’l-ahireh” (Ey dünyada Rahman ve ahirette Rahim İsmi ile mütecelli Rabbim!) duası canlandı zihninde. “Rabbirhamhumâ kemâ rabbeyânî sagîrâ” (Ya Rabbî, onlar küçüklüğümde nasıl beni ihtimamla yetiştirdilerse, ona mükâfat olarak Sen de onlara merhamet buyur) (İsra, 17/24) âyetinin sırlarını hissetti gönül vadilerinde. Bu dünyada herkese, her şeye rızkını veren Allah Rahmandır. Maddi manevi bütün rızıklar O’ndandır. Ebedî âlemde, inananlara Rahimiyetiyle muamele edecek olan yine O’dur. Bu hâl içinde, Fatiha ufkunda ilerlerken aynı ses bir daha yankılandı kalb semasında: “Kulum bana senada bulundu.” Bu ne güzel bir haldi böyle! Kendisi ayetleri okuyunca, yerlerin ve göklerin sahibi Mevla, onu muhatap kabul ediyor ve bu durumdan memnun oluyordu. “Namaz müminin miracıdır” sırrı inkişaf ediyordu.

Bu sefer daha bir heyecanla dokundu kapının tokmağına.

“Maliki yevmi’d-din.” O, din gününün, hesap gününün tek Hâkimidir, Malikidir. Mahşer yeri, hesap endişesi, kazananlar, kaybedenler, nurdan simalar, kararmış yüzler… Mevla-yı Kerim’in lutfen, keremen ve tenezzülen cevap verdiğini hayal etti: “Kulum Beni tebcil ve ta’ziz etti.” Âlemlerin Rabbine muhatap olmak… Yaşlı annesinin, “Allah’ım, huzurunda utandırma” duası yankılandı gönül tepelerinde.

Üç mübarek cümle okumuş ve çok farklı âlemlere kanat açmıştı. Kelimeler kalbin tellerine dokunuyor, ondan çıkan ses, ruha aksediyor, ruhta bir inbisat oluyor ve yaşanan an genişleniyordu.

Birinci cümlede nimetlerle dolu hayatı düşünüp kabiliyeti ölçüsünde Rabbine hamd etti. İkinci cümlede Rabbini sena ile O’nun merhametini idrake meyletti. Üçüncü cümlede azamet-i İlahiyi anlama ufkunda bir his ile Rabbini tazim etti, O’nun azametinden bir esinti sardı ruhunu.

Kapı aralanıyor…

Kendi haline baktı; acziyet ve ihtiyaçlar içindeydi. Acz ve fakr çizgisinde durdu bir an. Hazreti Musa aleyhisselamın dediği gibi geçirdi içinden: “Rabbi innî limâ enzelte ileyye min hayrin fakîr” (Ya Rabbî! Bana lütfedeceğin her türlü nimete muhtacım!) (Kasas, 28/24). Allah’a imanını ilan etmeliydi bir daha. Şeytanın yapamadığını, insan olarak kendisi yapmalıydı yeniden. Her zaman dilimi yeni şahitler isterdi çünkü. Her günün ve her saaatin kendine özgü renkleri olurdu. Sonra O’na yönelmiş başka insanlar aklına geldi. Onlar da olmalıydı duasında. Sonra diğer varlıklar geldi aklına. Güneş, ay, dünya ve içindekiler de Allah’a ibadet ediyordu. Onları da kattı duasına. Nefsine yöneldi. Aklı, kalbı, vicdanı… Onlar da olmalıydı bu kapıda. Böyle geniş bir toplulukla yapılan dua ne kadar da güzeldi!

İçten gele gele, “İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn” (Yalnız Sana ibadet eder, yalnız senden medet umarız” cümlesi… Bu, huzurda iki büklüm olma demekti. Hiçbir şeyi olmayanın, her şeyin Sahibine iltica etmesiydi. Cenâb-ı Hak, bu duaya; “Bu, Benimle kulum arasında bir taahhüttür. Kuluma istediğini verdim” beyanıyla karşılık verir. İçini engin bir huzur kapladı. Namaz yamaçlarında eşsiz bir hazine bulmuştu. Bu hazine, Allah’ın hoşnutluğundan başka bir şey değildi ve bu dünya hazinelerine değişilmezdi.

O “an” yine alabildiğine genişledi. Aklı, kalbi, ruhu ve bütün varlığıyla ibadet halinde olduğunu hissetti. Sonra ibadet halkasına bütün inananları da dâhil etti. Âyette geçen “biz” ifadesinin sırrından bir parça hissetti. İlk olarak nefsinin, ruhunun, aklının Allah’a muhtaç olduğunu, sonra iman eden bütün insanların Allah’a olan ihtiyaçlarını, son olarak bütün mahlûkatın Allah karşısında her an isteme durumunda olduklarını idrak etti.

Kapı açılıyor…

Artık isteme makamında idi. Ebedî saadetin anahtarı, huzurunda bunduğu, göklerin ve yerin anahtarları elinde olan Zât-ı Zülcelal Hazretlerinde idi.

İşte tam bu noktada; “İhdinâs sırâtel mustakîm” (Bizi doğru yola, Sana doğru varan yola ilet) bir yıldız gibi belirdi. Yıldız, “Sırâtallezîne en’amte aleyhim gayril magdûbi aleyhim ve lâd dâllîn” (Nimet ve lütfuna nail ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil) parlaması ile aydınlattı her yeri. “Bu kuluma aittir ve ona isteği verilmiştir” beyan-ı sübhanisi bu aydınlığı göz kamaştıran bir nura gark etti. Bu nur âleminde Allah’ın nimetlerine ve muhabbetine mazhar olan kullar vardı. Onlar dosdoğru yolda hidayete ermişlerdi. Burada çektiklerine bedel, onlara ötede hüzün ve korku yoktu. Haksızlıklar, tahakkümler, tasallutlar altında sabır ve itminan ile saflaşmış, tertemiz olmuşlardı.

Zaman genişlendi ve perdeler açılmaya devam etti. Hidayet arzusu taştı, yüreğinden gözlerine damla damla. Kendisinin ve sevdiklerinin kurtuluşları adına, “Amin” dedi. “Kabul et Allah’ım! Senin beyanına güvenerek Senden istiyorum. Benim mücrim varlığım, Senin vaadine gölge düşüremez” hisleriyle duanın enginliğinde yüzdü bir süre.

Sonra okuduğu bu ayetlerin, dünya ve ahiretin bir özeti olduğunu fark etti. Bu dünya bir hamd mekânı, Rahman ve Rahim Allah’ı tanıma ve O’na itaat etme yeri olmuştu. Bu dünya hayatından sonra bir Hesap Günü vardı. Dünya hayatının semereleri o gün tartılacaktı. Burada zarar etmemek için hep O’na yönelmek ve O’ndan yardım istemek gerekiyordu. İstikamet üzere, emniyetli bir yolculuk ancak O’nun sayesinde olacaktı. Yoksa dalalet ve gazap kaçınılmadı.

Aldığı tebşirlerden sonra başını eğdi ve rükȗya vardı. Bu hâl, secde ile yine hamd makamına dönecekti. Bu nuranî anlar, bir ömür boyu tekrar tekrar yaşanmalıydı.

Bu yazıyı paylaş