Şeyhülislâm İbn-i Kemâl

Yıl 1492. Osmanlı’nın şevketli bir devri… Osmanlı askeri, Arnavutluk seferinden dönerken Filibe yakınlarında konaklar. Ordunun başında meşhur komutan ve ikinci vezir Çandarlızâde İbrahim Paşa vardır. Onun huzurunda bir toplantı yapılır. Mecliste, kahramanlığıyla herkesin tanıyıp saydığı komutan, Evranoszâde Ali Bey de vardır. Toplantıya, Filibe’de çok bilinmeyen bir müderris olan Molla Lütfi de katılır. O kadar büyük kumandanın arasında, başköşe, yani protokoldeki en üst makam, Molla Lütfi’ye verilir. Bu durumu da kimse yadırgamaz. Çünkü o ilim ehlidir ve “İlim rütbesi, bütün rütbelerden üstündür” sözü, Osmanlılarda hayat buluştur.

Askerlerin önünde cereyan eden bu hâdise, oradaki sipahilerden birinin hayatını adamakıllı değiştirir. Bu sipahi, o sıralarda 24 yaşlarında olan Kemâl Paşazâde’dir. Zaten bu genç asker, ilme düşkünlüğüyle maruftur. Bulduğu her fırsatta ilimle iştigal etmekte, elinden kitabı düşürmemektedir.

Şöyle düşünür genç sipahi: Ne kadar iyi bir asker olursam olayım, İbrahim veya Ali Paşa kadar ancak başarılı olabilirim. Onlarsa sıradan bir âlimin ancak talebesi olabilirler. Demek ki ulema, ümeradan daha kıymetlidir. O halde ben, ilim yoluyla daha çok hizmet edebilirim…

Ordu Edirne’ye döner dönmez, İbn-i Kemâl askerlikten ayrılarak medreseye yazılır ve neticede Osmanlının yetiştirdiği en değerli âlimlerden biri olur. O, sadece bir âlim değil, tarihin akışına tesir eden etkili bir devlet adamıdır.

Yaşadığı Dönemin Genel Özellikleri

İbn-i Kemâl; 1468’de, Fatih döneminde dünyaya gelmiştir. II. Bayezid, Yavuz ve Kanunî devirlerinde ömür sürmüş ve 1534’te vefat etmiştir.

Bu dönem, Osmanlı’nın cihanın yegâne kudretli devleti olduğu, Avrupalıların “Türk asrı” dedikleri bir dönemdir. İstanbul’un fethinden sonra her tarafta imar faaliyetlerinin yürütüldüğü, her yere medreselerin açılmaya başlandığı bir dönemdir. Fetihten sonra birçok âlim yeni başkentte toplanmıştır. Devletin büyümesi, farklı kültür havzalarına açılmayı ve onlarla etkileşime girmeyi netice vermiştir.

Öte yandan II. Bayezid’in kardeşi Cem Sultan’la, daha sonra oğullarının kendi aralarında yaşadığı mücadeleler vardır. Bunlar, sebep oldukları fitneler ve kardeş kavgalarıyla devletin epey başını ağrıtmıştır. 1504’te İstanbul’da 3 yıl süren bir veba salgını, ardından uzun bir kıtlık dönemi yaşanmıştır. Bu ve benzeri olaylar ve 1509’da İstanbul’da yaşanan büyük deprem, insanların hem devlete hem dünyaya bakışlarını sorgulamalarına yol açmıştır.

İran üzerinden Anadolu’ya sıçrayan Şii’lik ve Rafizilik tehlikesi, Yavuz zamanında büyük savaşlara sebebiyet vermiştir. Bazı şahıslar, tarikatlar vasıtasıyla etraflarında yeterince insan toplayınca mehdiliklerini ilan etmiş, şeyhliklerini şahlığa dönüştürme derdine düşmüşlerdir. Bazıları da halkın itikadını bozmak için çalışmışlardır.

Bu dönemde, Anadolu’da devleti zorlayan, çoğunu Safevîlerin desteklediği ciddî isyanlar zuhur etmiştir. Şah Kulu, Bozoklu Celal, Süklün Koca ve Baba Zünnun ile Kalenderoğlu isyanları bu dönemde yaşanmıştır. Bunlardan sadece Şah Kulu isyanında 50 bin kişinin öldüğü düşünülürse, tehlikelerin büyüklüğü daha net anlaşılır. Bu olaylar, sonraki dönemleri de etkilemiş ve yankıları günümüze kadar ulaşmıştır.

Tarihin bu önemli ve çalkantılı kesitinde yaşayan İbn-i Kemâl’in yetişmesinde, fikirlerinde ve kararlarında elbette bu tarihî vasatın tesiri olmuştur.

Ailesi ve Eğitimi

Asıl adı Şemseddin Ahmed’dir. 1468 veya 1469’da Tokat, Edirne veya Amasya’da doğduğu kaynaklarda geçmektedir. Bu şehirlerden hangisinde doğduğu tam olarak bilinmese de çocukluk ve gençliğinin her üç şehirde de geçtiği ve aslen Tokatlı olduğu kesindir. Babasının babası Kemâl Paşa, Fatih zamanın ümerasından ve o zaman Amasya’da bulunan Şehzade Bayezid’in lalasıdır. Ona nispetle kendisine Kemâlpaşazâde denilmiştir.

Babası Süleyman Çelebi, İstanbul’un fethinde de bulunmuş bir komutandır. 1474’te Amasya muhafızlığına tayin edilince orada Şehzade Bayezid’in maiyetinde bulunmuştur. Annesi, Fatih zamanının âlimlerinden Kazasker İbn-i Küpeli’nin kızıdır.

Babasının vazifesi dolayısı ile bulunduğu Amasya’da ilk tahsiline başlamıştır. Kur’ân’ı Kerim’i ezberledikten sonra Amasya ulemasından; temel dinî bilgilerle beraber Arapça ve Farsçayı öğrenmiş, mantık dersleri almıştır. Ardından askeriyeye intisap etmiştir. Filibe’de cereyan eden hadiseye kadar askerlik mesleğinin içerisinde bulunmuştur. Askerlikten ayrıldıktan sonra tahsiline Edirne’de yeniden başlamış ve oraya geçmiş olan Molla Lütfi’nin derslerine devam etmiştir. Kestelli Muslihiddin, Hatipzâde Muhyiddin Efendi, Muarrifzâde Sinaneddin Yusuf, Müeyedzâde Abdurrahman Efendi gibi zevattan dersler okuyarak tahsilini bitirmiştir.

Talebelik yıllarındayken zekâsı, çalışkanlığı, ahlâkı ve dürüstlüğüyle dikkatleri üzerinde toplamış; bu hususiyetleri bazı kişilerin kıskançlığını celp etse de ileride onun için iyi birer referans olmuştur. Hocalarından özellikle Müeyzedzâde, ondaki istidadı fark ederek ömür boyu kendisine kol kanat germiştir.

Kemâlpaşazâde, amcasının oğlunun kızıyla evlenmiştir. İbrahim Çelebi adında bir oğlu ve Safiye Hatun isminde bir kızı vardır. Kızı, hocası Müeyyedzâde’nin oğlu Abdulvehhab Efendi ile evlenmiştir.

 

Görevleri

  İbn-i Kemâl’in ilk görevleri hep medreselerdedir. Evvela, Edirne’de bulunan Ali Bey (Taşlık) Medresesinde 30 akçe yevmiye ile müderris olarak göreve başladı. Aynı dönemde yeniçerilerin yevmiyesi 3, sipahilerin 5, hekimbaşının 15-20 akçedir. Burada görev yaparken padişah II. Bayezid, ona önemli bir vazife daha verdi. Meşhur âlim İdris-i Bitlisî’nin, yine II. Bayezid’in görevlendirmesiyle Farsça yazdığı Heşt Bihişt (Sekiz Cennet) adlı eserine benzer, ama Türkçe bir Osmanlı tarihi yazacaktı. Bu eser için kendisine 33.000 akçe tahsis edildi. Bu görevi esnasında o tamamen serbestti, hiçbir şekilde ona müdahale edilmedi. Yazdıklarını kimse yargılamadı. Genç yaşında ve ilk görevindeyken böyle mühim bir iş için onun seçilmesinde; medrese yıllarındaki başarıları ve hocası, o zaman Kazasker olan Müeyyedzâde etkili olmuştur.

1505’te Üsküp’teki İshak Paşa Medresesi’ne tayin oldu. Bir yıl sonra da yine Edirne’de ki Halebiye ve Üç Şerefeli medreselerine tayin olunur. Kısa bir süre İstanbul’daki Sahn-ı Seman Medresesi’nde de müderrislik yapan İbn-i Kemâl, 1511 tarihinde tekrar Edirne’ye döner ve o zaman için Osmanlı’nın en yüksek seviyeli medresesi olan Sultan Bayezid Medresesi’nde ders verir.

O devirde Safevîler’in Anadolu üzerinde emelleri vardı. Şiilik akidesini orada yaymak ve orayı kendilerine bağlamak istiyorlardı. Bu sebeple Anadolu’da kendilerine yandaşlar arıyor, halkı isyana teşvik ediyorlardı. Osmanlı’nın, bu duruma sessiz kalması düşünülemezdi. Ancak bu mevzuda bazı kesimlerin kafasında karışıklıklar vardı. İnsanlar kitleler halinde Şah İsmail’le Yavuz arasında saf değiştirebiliyorlardı.

İşte bu kritik günlerde İbn-i Kemâl, gelen tehlikeye dikkat çekmek ve kamuoyunu uyarmak için bir risale kaleme aldı. Risalesinde, Şah İsmail’i ve inançlarını tenkit ederek, onlarla yapılacak savaşın cihad olduğu fikrini savundu. Böylece İran üzerine yapılacak seferde padişahın elini güçlendirdi. Kanunî döneminde de Safevîler’e karşı mücadeleyi teşvik etmeye devam etmiş ve padişahın Şah Tahmasb’a yazdığı mektupları bizzat kaleme almıştır.

Çeşitli yerlerde vazife yaparak olgunlaşan İbn-i Kemâl’i artık daha ağır görevler bekliyordu. 1515’te Edirne kadılığına, 1516’da da Anadolu kazaskerliğine getirilir. Bu vazifedeyken Yavuz’la birlikte Mısır seferine iştirak eder ve Mısır’ın tahrir işlerinde görev alır. Onun ilminin şöhretini duyan Mısır uleması, kendisini denemek ister ve neticede onun ilmî kudretini kabul eder.

Mısır seferinde padişahtan büyük itibar görür. O kadar ki, dönüş yolunda İbn-i Kemâl’in atının ayağından Yavuz’un kaftanına çamur sıçrar. Herkes endişeyle padişahın tavrını merak ederken Yavuz: “Ulema’nın atının ayağından sıçrayan çamur, medâr-ı zînet (süs) ve bâis-i mefharettir (övünme sebebi)” der ve ölümünden sonra sandukasının üstüne bu kaftanın örtülmesini vasiyet eder. Söz konusu kaftan halen muhafaza edilip sergilenmektedir. Bu hâdise, Osmanlı’nın âlime verdiği değerin nişanesi olarak anlatılagelir.

Aynı sefer dönüşünde Şam’da, Muhyiddin ibn-i Arabî’nin kayıp olan kabri keşfen bulunur. 1240’ta vefat eden İbn-i Arabî Hazretleri, kabrinin kaybolacağını, “sin”in “şın”a girmesiyle bulunacağını ve Osmanlı padişahlarının isimlerini Şeceretü’n-Numaniyeeserinde haber vermiştir. Yavuz Selim’in (sin), Şam’a (şın) gelmesiyle kabri bulunur. İbn-i Arabî, o dönemde İslâm dünyasının en çok tartışılan ismidir. Kimileri onu büyük bir veli olarak görürken, İbn-i Teymiye gibi kimileri de onu tenkitte işi tekfire kadar götürmüştür.

İbn-i Kemâl, onun hakkında bir fetva verir. Bu fetvasıyla İbn-i Arabî üzerindeki tartışmalar büyük oranda azalmıştır. Bu durum Kemâlpaşazâde’nin ilmine duyulan hürmetin de bir göstergesidir.

Fetvada şunlar yazılıydı: “… İbn-i Arabî; kâmil bir müctehid ve fâdıl bir mürşit, taaccüp edilecek hayat hikâyeleri ve olağan dışı hâdiseleri ve çok talebesi olan bir zattır. Âlimler ve ileri gelenler nezdinde kabule mazhar olmuştur. Bunu inkâr eden, hata yapmış olur. İnkârında ısrar ederse, sapıtmış olur…” Bu fetva üzerine Yavuz, kabrin bulunduğu yere güzel bir türbe yaptırdı. Bu gün orası Müslümanların en çok ziyaret ettikleri yerlerden birisidir.

Yavuz bir ara, anlık bir gazapla, İbn-i Kemâl’i kazaskerlikten azleder. Ancak hemen pişman olur ve 15 gün sonra onu vazifesine iade eder. İbn-i Kemâl, görevden alınmasını hiç mesele etmez, görevine kaldığı yerden devam eder. Padişahla araları da açılmaz. İlerleyen yıllarda İbn-i Kemâl’e yeniden medrese yolu görünür. O bunu tenzil-i rütbe olarak değerlendirmez ve hizmetlerine devam eder. 1520 yılı başlarında, bu sefer 100 akçe yevmiye ile Edirne Dâru’l-Hadis’ine, 2 sene sonra yeniden Sultan Bayezid Medresesi’ne tayin edilir. 1524’te İstanbul’da Fatih Medresesi’ne tayin edilir. Bu dönemde Kanunî’nin seferlerine iştirak eder.

1526 yılında, vefat eden meşhur Şeyhülislâm Zenbilli Ali Cemâlî Efendi’nin yerine, İbn-i Kemâl getirilir ve 1534’teki vefatına kadar Şeyhülislâmlık yapar. Bu görevi esnasında, fikir ve kalemiyle ehl-i sünnet akîdesini korumak için çalışır. Sapık fırkaların toplumda yayılmasına engel olur. Verdiği fetvalarla “hulûl” fikrini yaymaya çalışan ve Mehdilik iddiasında bulunan bazı gruplarla mücadele eder. Yazdığı eserlerle ve Kanunî’nin huzurunda yapılan münazarada, Hz. İsa’nın (aleyhisselam) Efendimizden (sallallahu aleyhi ve sellem) üstün olduğunu iddia eden ve fikirlerini yayarak fitne ocaklarını tutuşturan, İran asıllı Molla Kâbız’ın iddialarını çürütür. Şiilik ve Rafîzîlikle çok etkili bir şekilde mücadele eder.

Devletin bütünlüğü onun için çok mühimdir. Bunu kim sağlayacaksa ona destek verir. II. Bayezid’in çocukları arasında Yavuz’u desteklemesi ve Safevî tehlikesini çok önemsemesi, bölücülüğe ve tefrika çıkaranlara karşı kararlı tutumu bundandır.

İbn-i Kemâl, Osmanlı Devleti’nde kanunnamelerin çıkmasında ve devlet teşkilatının yerleşmesinde etkili olmuş, böylece tarihin seyrine tesir etmiş bir şahsiyettir. Kin tutmayan, hoşsohbet ve nüktedan bir kişiliğe sahiptir. Kaynaklar onun için: “Hoş-gû, derya-dil, mütevazı, âlicenab, hazır cevab idi”demektedir. Yapmacık davranışları, riyakârlığı hiç sevmeyen; insanlara üstten bakmayı çirkin gören bir mizacı vardır.

 

Talebeleri

  Onun en büyük eserleri şüphesiz yetiştirdiği büyük âlimlerdir. Pek çok âlimin yetişmesine vesile olduğundan ve ilmî kudretinden ötürü ona “Muallim-i evvel” denilmiştir. Talebesi Ebussud’a da “Muallim-i sani.” Birçok ilme olan vukufunu eserleriyle ispatlayan müellifimiz, devrinde Osmanlı ilim ve kültür hayatının en mühim temsilcilerindendir. Daha genç yaşlarında, Taftazânî ve Cürcânî gibi devasa âlimlerle mukayese edilmiştir. Onun kendinden önceki ulemayı unutturduğu ve ilmin kaidesini, çöktükten sonra tekrar diktiği söylenmiştir. Muasırı pek çok âlimin, içinden çıkmakta zorlandıkları meselelerde ona müracaat ettikleri ve eserlerini ona tashih ettirdikleri bilinmektedir.

Talebelerinden bazıları şunlardır: Muhyiddîn Mehmed b. Pir Mehmed, Sa’dî Sadullah Efendi, Muslihuddîn Mustafa, Celalzâde Sâlih Çelebi, Aşçızâde Hasan Çelebi, Müderris Mevlâna Hidayetullah, Vizeli Mevlâna Abdulkerim, Bağdat kadılığı yapan Mehmed b. Muhyiddin Hasan, Bostan Efendi, Kazasker Abdullatif Efendi, Şeyhülislâm Ebussuud Efendi…

 

Eserleri ve Bazı Fikirleri

Kemâlpaşazâde’ye göre; ilim adamları, ihtisas alanlarının dışındaki sahalarla da iştigal etmelidir. Aksi takdirde bütünü görmekten mahrum kalır ve kendi sahalarını da ihata edemezler. Kendisi dinî ilimlerin hemen hepsiyle ilgili eser yazmanın yanı sıra, tarihçiliği ve edebî kişiliği ile de temayüz ederek bereketli bir ömür sürmüştür. Onun ilminin genişliğini ifade etmek için kendisine “Müftü’s-Sakaleyn” denilmiştir. Bu lakabın; manevî âlemde nüfuzlu olduğu ve cinlere de fetvalar verdiği için verildiği de söylenmektedir. Nihal Atsız onun 19’u Türkçe, 7’si Farsça ve 183’ü Arapça olmak üzere 209 eserini tespit etmiştir. Bununla birlikte ona nispet eden eserlerin sayısını 300’e kadar çıkaranlar da vardır.

En meşhur eseri II. Bayezid’in emriyle Türkçe olarak yazmaya başladığı, Kanunî’nin isteğiyle devam eden ve kuruluşundan 1527 yılına kadar Osmanlı tarihini anlatan, 10 ciltlik Tevârîh-i Âl-i Osman’dır. Bu eser halen, Osmanlı tarihinin temel başvuru kaynaklarının başında gelmektedir. Burada sadece olayları vermekle yetinmeyip yer yer eleştiri ve yorumlarda da bulunmuştur. Olayları kronolojik olarak anlatan eser, secîyi dikkate alarak yazıldığı ve zamanında kullanılan Türkçe kelimelere özellikle yer verdiği için edebî kıymeti de haizdir. Ancak bu açıdan henüz incelenmemiştir.

Devrinde, ehl-i sünnet kelamının en dirayetli temsilcisi olan İbn-i Kemâl’in, Felsefe ve Kelam’a dair 50’ye yakın eseri mevcuttur. O dönemde yaygın olan şerh ve haşiye usulüyle eserler hazırlamakla birlikte, pek çok eser de telif etmiştir. Felsefî konuları sadece aktarmakla kalmadığı, onları yorumlayıp yoğurarak kelamlaştırdığı, konunun uzmanları tarafından belirtilmektedir. Risâle fî Ziyâdâti’l-Vücûd ale’l-Mâhiyet, Risâle fî Beyâni’l-Akl, Risâle fî Tahkîk Ma’nâ el-Eys ve’l-Leys, Risale fî’l-İman, Risâle fi’l-Cennet, el-Vücud ez-Zihnî, Hâşiya alâ Şerhi’l-Mevâkıf, Hâşiye alâ’t-Tehâfüt bu sahadaki eserlerinden bazılardır.

Esmaü’l-Hüsnâ dışındaki isimlerin Allah Teâlâ’ya isim olarak verilip verilemeyeceğiyle ilgili olarak, lafızdan değil manadan hareket edilmesi gerektiğini belirtir. “Hüdâ” ve “Çalab” kelimelerini misal vererek, Türkçede “Hüdaverdi” ve “Çelebi” adlarının kullanıldığını söyler.

Sünnete aykırı olmayan tasavvuf yolunun sahih olduğuna ve kerametlerin hak olduğuna dair fetvalar vererek evliyaların duasını almayı tavsiye emiştir. Ancak tasavvufun asıl istikametinden sapmasına hoş bakmamış, sosyal düzeni ve devlet bütünlüğünü zedeleyecek oluşumlara tavır almıştır.

Ehl-i sünnetin fikrine sıkı sıkıya bağlı olan İbn-i Kemâl, Hanefilik ve Maturîdîlik’in rüçhaniyetinden de söz eder. Maturîdîlerle Eş’arîler arasındaki ihtilafların tamamen tâlî meselelerde olduğunu, Sünnî mezhepler arasındaki farkların asılda değil, furûda olduğunu belirtir.

İbn-i Kemâl vazifeleri gereği, hem İslâm Hukuku okutmuş hem de yasama ve yargı faaliyetleri yürütmüştür. Bu sebeple onun bu alanda yazdığı pek çok eseri vardır. Fetva mecmualarının dışında; Mühimmâtu’l-Müftî fî Furûi’l-Hanefiyye, El-Îzah fî Şerhi İslâhi’l-Vikaye, Şerhü’l-Hidayegibi hukuka dair 40 civarında eseri vardır.

İbn-i Kemâl, hatasından dönebilme ve hatasını itiraf edebilme erdemine sahip bir kimsedir. Bir defasında yanlış bir fetva verdiğini anlayınca, yanlışını düzeltmek için fetva verdiği kişileri bulmaya ve doğru görüşü düzeltmeye çalışmıştır.

Türkçe bir Divan’ı,Yusuf-u Züleyha’sı, Kaside-i Bürde tercümesi, Dakaiku’l-Hakayık’ı, Risâle-i Kâfiye’si, Manzum Darb-ı Mesel’ibulunan İbn-i Kemâl, edebiyatta da söz sahibidir. Bu sahada 22 eseri vardır. 16. asrın hatırı sayılır şairlerindendir. Ancak onun ilmî yönü hep edebî yönünü gölgelemiştir. Tezkire yazarları onun: “bunca meşâgil arasında şiirle de iştigal ettiğini” yazmışlardır.

Böyle olmasına rağmen araştırmacılar, Yunus Emre ve Kaygusuz Abdal tarzı yazdığı şiirlerde devrinin şairlerinden geri kalmadığını belirtmektedirler. Hem dîvan hem halk edebiyatının nazım şekillerini kullanmıştır. Yazdığı eserlerle Türkçe’nin yazı dili bakımından gelişmesine katkı sağlamıştır. Anlaşılması güç söyleyişlerden ziyade, sade ve anlaşılır şiirler yazmıştır. Bazı şiirleri darb-ı mesel olacak kadar halktan kabul görmüştür.

Meşhur mısralarından bazıları şunlardır:

“Kısmetindür gezdiren yer yer seni,/ Arşa çıksan, âkıbet yer yer seni”

“Eline nefsinin verip kazma,/ Yoluna kimsenin kuyu kazma./

“Her kim ki gayrın yolunda kazdı kuyu,/ Kendi düştü kuyuya yüzü koyu.”

“Sakla kurt enciğin derin soysun/ Besle kargayı gözlerin oysun.”

“Gerektir hile(çare, çözüm) erlik ile bile/ Ki erlik ondurur, dokuzu hile./

“Biter tedbir ile bitmez ceyşle iş,/ Anun için derler, “ed-tedbîrü ve’l ceyş.”

“İki karpuz bir el ile tutulmaz,/ Bir el ile iki aduv yutulmaz.”

Görüldüğü gibi İbn-i Kemâl şiirlerinde bol bol atasözleri, deyimler ve hikmetli sözler söylemektedir. Onun şiirinde halk edebiyatına ait çok zengin söyleyişler vardır. Ayrıca o, “mesel-âmîz” denilen hikmetli ve veciz söz söyleyenlerin başarılı bir numunesidir.Yine o, kafiye ile ilgili müstakil olarak yazılmış, bilinen en eski Türkçe eser olan, Risâle-i Kâfiye’nin müellifidir.

 

Vasiyeti ve Vefatı

Kemâlpaşazâde, vasiyetinde cenazesinin alâyiş ve nümayişten uzak, bir derviş cenazesi gibi kaldırılmasını ve mezarının üzerine türbe yapılmayıp sadece bir taş dikilmesini istemiştir.

1534 yılında İstanbul’da rahmet-i Rahmân’a kavuşmuştur. Cenazesi Fatih Camii’nden kaldırılarak, Edirnekapı mezarlığına defnedilmiştir. Vasiyetine uygun şekilde, mezar taşı olarak mermer yerine kaba bir küfeki taşı dikilmiş ve ona: “İrtahale’l-ulûmu bi’l-Kemâl” (Kemâl’le birlikte ilimler de göçtü) yazılmıştır.

 

Netice

İbn-i Kemâl dirayetli bir ehl-i sünnet âlimidir. Yaşadığı dönemde sünnî akîdeye gelen tenkitleri makûliyetle cevaplamış ve sünnîliğin Anadolu’da yerleşmesinde önemli rol oynamıştır. Sadece ilim adamı olarak değil, aynı zamanda bir devlet adamı olarak siyasî içerikli mezheplere ve tarikat görünümlü bazı sapık hareketlere karşı gerekli girişimlerde bulunmuştur. Verdiği fetvalar ve yazdığı eserlerle onların yayılmasını engellemiştir. Öte yandan o, İbn-i Arabî hakkında verdiği fetva ile Müslümanlar arasındaki bir ihtilafı büyük oranda bitirmiştir.

O, devletin en ihtişamlı günlerinde Padişahlara hep yakın olmuştur. Ancak onun idareye yakınlığı, ilmî kişiliğini ve saygınlığını zedelememiştir. İbn-i Kemâl, ilmin izzetini korumuş olan, ulemanın yüz akı şahsiyetlerden biridir.

İbn-i Kemâl, Ebussuud, Birgivî, Hadimî, A. Cevdet Paşa, Mustafa Sabri Efendi… gibi alimler Osmanlı’nın münbit bağrında neşet etmiştir. Bunlar da diğer Osmanlı uleması gibi, kendilerinden öncekileri şerh, hâşiye ve talikalarla didik didik ederek onları kıyamete kadar insanlığın istifadesine sunmuşlardır. Yüce Allah bizi onlara layık eylesin…

 

Kaynaklar

Bolay, S. Hayri ve arkadaşları. Şeyhülislâm İbn Kemâl, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1989.

Çelikkanat, Abdullah. “Şeyhü’l İslâm İbn-i Kemâl,Sızıntı, Nisan, 2004.

Gümüş, Ercan. “16. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nde Meydana Gelen Muhalif Nitelikli Hareketlerin Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserlerine Yansıması,” Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yeniçağ Tarihi Bilim Dalı, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 2008.

Kaçar, Mücahit. “İbn-i Kemâl Dîvânı’nın İncelenmesi,”İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili Ve Edebiyatı Anabilim Dalı Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul, 2010.

Satun, Abdullah. “Kemâl Paşazâde Tevârih-i Âl-i Osman III. Defter,”Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı Yeniçağ Tarihi Bölümü (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul, 2009.

Turan, Fatma. “Mezarlıklara Adanan Bir Ömür,” Zaman, Cuma Eki, 16.09.2011.

Turan, Şerafettin, Şükrü Özen, İlyas Çelebi, M.A. Yekta Saraç. “Kemâlpaşazâde” Maddesi, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, 25. cilt, ss. 238-242, Ankara, 2002.

Yılmaz, Ali. Sahabeden Günümüze Allah Dostları, “İbn-i Kemâl” maddesi, 8. cilt, Şule Yay., İstanbul, 1996, ss. 54-68.

 

 

Bu yazıyı paylaş