Bir Kelime Mucidi, Dil ve Anlam Kurucusu Olarak FETHULLAH GÜLEN HOCAEFENDİ

Hocaefendi, “Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) vilâdetinin en büyük bayram kabul edilmesinin hikmetleri nelerdir?” sorusuna cevap verirken, “Vilâdet” kelimesinin yerine neden “Kutlu Doğum” ifadesini kullandığını şöyle izah ediyor: “Viladet kelimesi ülfetin tozu toprağı, sisi dumanı altında muhteva ile alakalı gereken fikrî düşünceyi vermiyor. Daha canlı düşündürebilecek ifadelerin bulunması uygun olur zannediyorum.”[1]

Öyle görünüyor ki bir medeniyetin üretip tarih boyunca katman katman anlamlar yüklediği kelimeler, kavramlar, istiâreler, mazmunlar, hatta cümleler, fikirler, düşünceler o medeniyetin çöküşü ile doğru orantılı olarak, zaman içerisinde anlamlarını yitirip lafızdan ibaret kalma tehlikesi ile karşılaşıyorlar.

 Hocaefendi bir medeniyetin, toplumun ve kalplerin dirilişi için gereken fikrî düşünceyi verecek, ülfetin sisini dumanını, tozunu toprağını dağıtacak yeni kavramların mucididir. Bunu yaparken sûret ve hakikat arasındaki ilişkiyi lafız mânâ ilişkisi olarak ele almış, tüm varlığı kudret kelimeleri olarak okumak sûretiyle onların diline tercümanlık etmiş, varlık ve hadiselerin ruhuna fısıldadığı anlamlara turfanda kelime elbiseleri giydirmiştir.

 

Varlığın Dili “İşaret Dili”dir

Bediüzzaman, varlıkların esmaya ayinedarlık cihetiyle birer işaretçi olduklarından hareketle “mânâ-yı ismî”, “mânâ-yı harfî”kavramlarını geliştirir. Mânâ-yı harfî, mahlukata ve bütün kâinata Yaratıcı hesabına ve O’nun sanatı ve eseri nazarı ile bakmak, mânâ-yı ismî ise mevcudata kendi hesabına bakmak ve değer biçmektir Üstad’a göre. O, Âyetü’l Kübrâ risalesindeki marifet yolcusuna müşahedelerinin özeti olarak, feyz-i imanî ve zevk-i tevhidî neşesiyle, “Mücessem lâfz-ı mânidardır âlemde her mevcud.”[2] dedirtir ve Mesnevî-i Nûriye’de bizi kâinatın satırlarını teemmül etmeye davet eder:

“Kâinat satırlarını/sayfalarını derinden derine teemmül et. Bir neticeye varabilme ümidiyle onlar üzerinde derinleş ha derinleş. Çünkü onlar mele-i âlâdan sana indirilmiş Allah’ın mesajlarıdır.”

Hocaefendi, Üstad’ın bu varlık tasavvurunu benimser. Onun bakışında da varlıklar mânânın madde yüzleri, metafizik âlemin fizik âlemdeki uçlarıdır. Zerrelerden kürrelere kadar tüm varlık göstergelerden ibarettir. Kendi mânâsına değil, sanatkarının mânâsına işaret eder. Recaizade Mahmut Ekrem’in, “Bir kitabullah-ı âzamdır serâser kâinat/ Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.”mısraları onun en çok tekrar ettiği şiirlerdendir.

 

Art Anlamlar Âlemi

Sûret ve hakikat arasındaki ilişki lafız ve mânâ ilişkisi gibidir bu bakış açısına göre. Sûretten hakikate yolculuk, lafızdan mânâya açılmakla mümkün olabilir ancak. O yüzden bu dili en iyi konuşanlar Allah dostlarıdır. Onlar melekût’un dilini mülkün kelimeleri ile konuşurlar. Bizim bildiğimiz kelimeleri kullanarak bilmediğimiz âlemlerin kapılarını aralarlar. Bildiğimiz kelimelere bilmediğimiz anlamları yükler, mecaz ve istiârelerle bir “art anlamlar âlemi” oluştururlar. Daha da öte hayatımıza yeni yeni kavramlar eklerler. Bunlar, zaten mevcut olup o anlamdan kopuk olduğumuz için kullanmadığımız “gizli hazineler” nev’inden olabileceği gibi bizi peçesi ilk defa açılan bakir duygu ve düşüncelere ulaştıran yeni üretilmiş kavramlar da olabilir. Bu kelimeler birer musiki nağmesi gibi, anlamın gönüllere yerleşmesi ile birlikte yavaş yavaş kalıplaşıp dile yerleşir, umuma mal olurlar. O kadar ki artık duygu ve düşüncelerimizle kendimizi ifade ederken istemli ya da istemsiz o kelime ve cümle yapılarını kullanır, o kavramları muhatabımızın ne dediğini anlamak için birer şifre, birer anahtar hâline getirir, “hakikat aşkı”nı ruhumuza o mânâlarla içiririz.

 

Hizmet Istılahı

Sözlükte “iyi, faydalı, uygun ve doğru olmak” anlamındaki salâh kökünden türeyen ve “anlaşmak, uzlaşmak, ittifak etmek” anlamına gelen ıstılâhın Türkçedeki karşılığı terimdir. Terim, bir ilim veya sanat dalı mensuplarınca özel ve özgün anlam yüklenen kelime ve terkiplerdir. Bir kelimenin ıstılah kabul edilebilmesi için onun anlamı üzerinde ilgili bulunduğu ilim ve sanat mensuplarının ittifak etmesi gerekir.[3]

Hocaefendi, kelimelere yüklediği art anlamlarla hizmet ıstılahlarından oluşan yeni bir lügat oluşturmuştur. Bu lügatin kelimeleri bir bütünün parçaları gibidir. Gizli bağlarla hep birbirlerine bağlanır; çağrışımlar, tasvirler, zihinsel şemalar üzerinden kendi aralarında anlam ağları oluştururlar.

Göz ardı edilmemelidir ki bir dil kurmaktan daha zor olan onu kitlelere mal edebilmektir. Hocaefendi bir ömrün sınırları içinde bu kelimeleri ruhumuza içirmiş, Allah karşısında ve varlık içindeki konumunu o anlam örgüsünde bulanlar için bu ıstılahı başka türlüsü mümkün olmayan bir iletişim dili hâline getirmiştir.

Burada sadece “şevk” etrafında örgülenen hizmet ıstılahından örnekler verilecektir:

Küheylan gibi koşmak, üveyik gibi kanatlanmak, peygamberane azim, altın nesil, ışık ev, ışık süvarileri, yaşatma mefkuresi, ruhunun ilhamlarını başka gönüllere boşaltmak, hel min mezîd (Daha var mı, artırılamaz mı?) kahramanı, ışık adam, ay yüzlüler, dırahşan çehreler, günümüzün kara sevdalıları, mefkure muhacirleri, muhabbet fedaileri, hizmet tiryakileri, diriliş erleri, kıvam kahramanları, sonsuzluk yolcusu, mukaddes çile, yeryüzü mirasçıları, ruhunun heykelini ikame etmek, bahar neşidesi.. gibi ifadeler şevk etrafında örgülenen kelimelerdir.

Bunun mukabili olarak şevksizliği tanımlayan kelimeler de bir anlam örgüsü oluşturur Hocaefendi’nin dilinde:

İç çürüme, kadavralaşma, heyecan yorgunluğu, yol yorgunluğu, partallaşma, kendini dağınıklığa salmak, kazanma kuşağında kaybetmek, kadere taş atmak, kendini darlığa mahkûm etmek, mesafelere yenik düşmek, içte tıkanıklığa, dışta dağınıklığa düşmek, ruh sefaleti gibi ifadeler manevi beslenme eksikliğinden, kaynaktan uzak düşmüşlükten kaynaklanan irtifa kaybı ve yolun tehlikelerini tanımlayan kelime dizileridir. Öyle zannediyorum erbabı çok daha uzun listeler çıkarabilir.

 

Hizmet Mazmunları

Hocaefendi’nin dile kazandırdığı bu kelimeler çoğu zaman ıstılah olmanın ötesine geçer ve taşıdıkları mecaz anlamlarla adeta mazmun hâline gelirler. Kullandığı kelimenin içini de doldurur zamanla yazı ve sohbetlerinde. Aynı kelimeyi başka birinden duyunca alınan anlam ile Hocaefendi’deki derin mânâ aynı değildir.

Arapçada “bir şeyin diğer bir şeyin içinde olması” mânâsını taşıyan “zımn” kökünden gelen mazmun, lügatlerde ifade edilen şekliyle, “Bir şeyden zımnen anlaşılan mânâ, mefhum, meâl”dir. (Hüseyin Kâzım Kadri, Türk Lûgati).

Hocaefendi’nin dili şiirsel, mazmunları orijinaldir. Mesela güvercin’in zihinlerde klişeleşip özgürlük mazmununa dönüşmesi gibi Hocaefendi “küheylan”ı zihinlerimizde şevk mazmununa dönüştürmüş, fakat bu mazmunu şiirin diliyle sınırlı tutmayıp tüm metinlerine, hatta vaaz kürsüsüne taşımıştır. Hizmet insanı “küheylan gibi çatlayıncaya kadar koşan bir bahadır”dır[4] ona göre. Kendini düşünmeyen, hep gayeler gayesine koşan bir küheylandır.[5] Maniaları bir bir geçer.[6] Mahbûb’unu andığında “Hû”sesiyle ürperir ve küheylanlar gibi şahlanır.[7]

Bu küheylanın süvarisi nefsini bir merkûb edinmiş, iman ve salih amelle kalp ve ruhun derece-i hayatına yükselmiş, i’lâ-yı kelimetullah’ı gaye hâline getirmiş, koca bir ifritle savaşan, cepheden cepheye koşan bir aksiyon insanıdır. Yani küheylan mazmununa bağlı olarak “süvari” de mazmunlaşır, yolu gözlenilen bir neslin tüm vasıflarını zımnî olarak üzerinde taşıyan bir kahramana dönüşür.

 

İstiâreler

Sözlükte “ödünç istemek, ödünç almak” anlamına gelen istiâreyi belâgat âlimleri, “bir kelime veya terkibin, teşbihe mübalağa ve yorum gücü sağlamak için benzeşme ilgisiyle ve bir karîneye dayalı olarak gerçek anlamı dışında kullanılması” şeklinde tarif etmişlerdir. Câhiz ve Abdülkahir el-Cürcânî gibi âlimler benzeşme ilgisi sebebiyle istiâreyi bir teşbih türü olarak kabul ederken (Esrârü’l-Belâga, s. 20) Fahreddin er-Râzî, Sekkâkî ve daha sonra gelenler onu bir mecaz türü olarak görmüşlerdir. İstiârenin güzelliği teşbihin hissettirilmemesi ölçüsünde artar. Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerîm en güzel istiâre örnekleriyle doludur. Onun îcâz ve i‘câz cihetlerinden biri de engin tasvir ve mânâ yüklü bu istiârî mecazlarıdır.[8]

Hocaefendi istiârelerle dili zenginleştirip güzelleştirirken hayalden hakikate kapılar açar, kelimelerle soyut bir âlemi tasvir eder, mecazlarla duygu ve düşüncenin sınırlarını genişletir. Onun dilinde istiâreler metafizik bir âlemin fizik âlemdeki akisleri gibidir.

Abdesti namaz kostümü, namazı kabul salonuna alınmak, zikri, gaflet bulutlarını dağıtan rüzgâr, secdeyi kulluk kalıbına dökülmek, teheccüdü berzah meşalesi… olarak niteler. Kandil geceleri Allah’a açılma rıhtımları, Ramazan ruhun bahar mevsimi, tevbe arınma kurnaları, berzah âlemi bekleme salonu, hesap günü büyük duruşmadır ona göre. Ve daha yüzlercesi. Kelimeler başka bir âlemin şifreleri gibidir. O âlemin yolcusu olmayanların anlamadığı, anlamayacağı şifreler…

 

Kuş Dili

Hocaefendi’nin kurduğu bu dil, yürüdüğü peygamber yolunun, adandığı davanın, derin duyuş ve hissedişlerin, dertli sinelerin tercümanıdır. Yani o yolun yolcularının bile güzergâh boyunca öğrenip konuştukları, yeni açıldıkları anlam dünyasını başka türlü ifadelendiremedikleri, uzaktakileri yakına çağıran, yakınları aşka davet eden bir dil. Yunus Emre’nin ifadesiyle bir kuş dili:

 

Benim dilim kuş dilidir,

benim ilim dost ilidir,

Ben bülbülüm, dost gülümdür,

bilin gülüm solmaz benim.

 

Yunus’un şiirindeki ben yerine bizi koymak yeterlidir bir hizmet insanının hâline tercüman olmak için. Hocaefendi gülü solmayan bir bülbüldür ve bizim için bir gönül dili inşa etmiş, bizi aşkın metafiziğine açacak yeni bir lügat oluşturmuştur. Bu dil gönül dünyasının paslı kilitlerini çözer, fakat egonun diliyle konuşanlara peçesini açmaz:

 

Yûnus bir söz söylemiş,

hiçbir söze benzemez    

Münâfıklar elinden

örter mânâ yüzünü.

 

Niyâzî-i Mısrî aynı mânâyı şöyle dillendirir:

 

Mantıku’t-Tayr’ın lügât-ı mutlakından söyleriz

Herkes anlamaz bizi bizler muamma olmuşuz

Lafz u sûret cism ile anlamak isterler bizi

Biz ne elfazız ne sûret, cümle mânâ olmuşuz.

 

Doğru, bu söz hiçbir söze, bu dil hiçbir dile benzemez. Zira bu nebevî bir mızrabın dokunuşu ile dile gelen, aşkla bestelenmiş bir acz dilidir:

 

Gel vur mızrabını kalbimi söylet!
Vur ruhuma nağmelerini dinlet!
Bu gönlüme geleceğini vaadet!
Vaadet ki, kalmadı dizimde dermân.

 

Görünen o ki bu hep böyle olmuş. “Biz Kur’ân’ı müminlere şifa ve rahmet olarak indiririz. Ama o, zalimlerin ise sadece ziyanını artırır.”[9] âyetini tefsir edercesine menbaı Kur’an hakikatleri olan beyanların mânâ yüzü de hakikate talip olmayan, O’na teveccüh etmeyenlere hep saklı kalmış.

Ehline mahrem nâehle haram, yâre açık ağyara kapalı bu dile açılmak için “şerha şerha olmuş sîneler” gerekmiş. Hiçbir söze benzemeyen o sözler, hep onları şerh edecek muhataplar beklemiş…

 

 


[1] M. Fethullah Gülen, “Efendimiz’in (sav) doğumu neden insanlığın en büyük bayramıdır?”, Bir Hasbihal, 17 Ağustos 1994. https://www.youtube.com/watch?v=mBgcqIeZS3w, erişim tarihi: 29 Eylül 2025.

[2] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Yedinci Şua (Âyetü’l Kübrâ), İkinci Bâb, İkinci Menzil, s. 205. Süreyya Yay., İstanbul 2016.

[3] İslâm Ansiklopedisi, Istılah maddesi.

[4] Gülen, Zirvedeki Ruhlar, Yitirilmiş Cennete Doğru (Çağ ve Nesil 3).

[5] Gülen, Gaye-i Hayal Olmazsa, Prizma 5 (Kendi İklimimiz).

[6] Gülen, Şanlı Süvari, Kırık Mızrap.

[7] Gülen,Bir Uzun Seyahati Noktalarken, Kalbin Zümrüt Tepeleri 4.

[8] İslâm Ansiklopedisi, “İstiâre” maddesi.

[9] İsrâ, 17/82. (Prof. Dr. Suat Yıldırım, Kur’ân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meali, Define Yay., Ocak 2013, İst.)

Bu yazıyı paylaş