HİSAR

Atena ve Zeus’un şehrinde, serin bir ekim akşamı. Bir vedanın harlı ateşiyle kalbim yanıp tutuşuyor. Kendimi derin kuytularıma çekmek istiyorum. Psişemi uyandırıp onunla el ele yolculuğa çıkmak istercesine bir çaba içindeyim ama bundan haberim yok. Ruhumda olanı zihnim bilmiyor. İkisinin arasındaki bağ pamuk ipliği gibi inceliyor gitgide. Hiçbir şeyin sona ermediğine beni inandırabilir mi Theo?

 Anne karnındaki cenin gibi kıvrıldım yatağıma. Aciz ama güvendeyim. Gerçekliğe kapattım gözlerimi, kirpiklerimle kilitledim iyice. İp usul usul inceliyor ama kopmuyor. Tül bir perdenin şeffaflığında buğulanıyor an. Theo’nun dediği gibi “zamanın tozunda berraklığını yitirmiş fakat sonra aniden bir rüya gibi geri gelmiş bir hikâye” beni kara delik gibi çekiyor içine. Hayal ile gerçek arasında gidip geliyorum, sonunda ikisinin arasında bir yerde karar kılıyorum.

Sahilde yürüyorum. Uçuşan saçlarım yüzümü örtüyor, deniz dalgalanıyor mavi beyaz. Mart kedileri oynaşıyor etrafta. Vapurlar kalabalıkları karşı yakaya bırakıyor, oradan aldıklarını yine bu kıyıya getiriyor. Yüzümü günebakanlar gibi acemi bahar güneşine dönüyorum. Hem aşinası hem yabancısıyım bu şehrin. Yatağımda bir cenin gibi kıvrılmış yattığımı gerçekliyorum. Gökyüzünde kanatlı beyaz atlar çatlarcasına koşarken rüzgâr da bulutları süpürerek ardından koşuyor. Sahil boyunca epeyce yürüdükten sonra şeffaf bedenimi bir banka oturtuyorum. Asude bir bahar esintisi nazlı nazlı süzülüp burnumun ucundan incitmeksizin geçiyor. Bankın boş tarafına ak saçlı bir kadın oturuyor. Yanında torunu olduğunu düşündüğüm bir kız çocuğu. Başımı eğiyorum gülümseyerek; umursamıyor. Ne güzel bir gün diyorum; cevap vermiyor. Ben de karşıdan bir yerden geldim diyorum; duymuyor. Sanki bir efsane bir masal anlatıyor torununa:

“Sana anlatacağım bu hikâye gerçek bir hikâye yavrum, adı da sürgün özgürlük.”  Cebinden bir fotoğraf çıkartıp:

 “Bak bu da sürgün günlerinden bir fotoğrafım.”

Küçük kız bir fotoğrafa bir bana bakıyor. Sırrım ifşa oluyor.

 Yaşlı kadının nemli bakışları ufka doğru uzayıp gidiyor. Ağzından dökülen her kelimede bam telimi titreten bir vuruş yapılıyor sanki. Yattığım yerde ayağım seğiriyor, gözlerim kıpırdanıyor hafif. Yatak odasının loş ışığı kirpiklerimden içeri sızıyor. Gelip gidiyorum iki âlem arasında.

Yaşlı kadın, torununun elinden tutup kalkarken kökleri toprağa tutunmakta zorlanan kadim bir ağaç gibi ırgalanıyor. Sahil boyunca yürüyüp uzaklaşıyorlar. Bakakalıyorum arkalarından. Oysa anlatmak istiyordum ona; bu şehirde ne çok hatıramın olduğunu, hayallerimin, umutlarımın bu şehrin her zerresine sindiğini. Görüyor musun şu yere göğe saçılmış pırıltılı parçacıkları, onlar benim hayal kırıklarım, onlar benim kalp kırıklarım demek istiyorum. O bunların hepsini biliyor oysa. Terk edilmiş bir harabe yalnızlığı ile kalkıyorum oturduğum banktan. Güvercinlerin yemleri havada kaptığı meydana geliyorum, saat kulesi tüm ihtişamıyla karşımda duruyor. Güvercinler kulenin etrafında birbiri ardına kanat çırparken, baş döndüren kalabalıklar bir ırmak gibi akıyor iki yöne doğru.

Heyecanla yürüyorum Kemeraltı’nın dar sokaklarından. Gözü yaşlıların ülkesinden gelen bir atlıyı arıyorum. Bakışlarımın değdiği her yerden bir hatıra ayaklanıyor siyah beyaz. Taze çekilmiş kahve kokusu aheste gelip burnumdan içeri giriyor, mest oluyorum. Züccaciyelerin olduğu ara sokaklardan geçip Kızlarağası Hanı’na varıyorum nihayet. Acımı sağaltacak bir hatıra bulmayı umarak geziniyorum hanın labirente benzer dar ve gizemli yollarında. On altı yaşında genç bir kız kendine gümüş küpe alıyor. Ne kadar toy, ne kadar habersiz başına geleceklerden deyip biraz hüzünleniyorum. O ise neşeli ve umutlu bir gülümseyişle bana doğru yürürken zaman yavaşlıyor sanki. Yavaşlıyor ve sonra birikiyor olduğu yerde. Ağır ağır geçip giderken yanımdan, saç tellerimden birkaçını havalandıran bir esinti bırakıyor yüzüme. Kalbim deşiliyor adeta. Gözlerimi kapatıyorum. Bir damla yaş süzülüp yastığıma damlıyor. Aynı anda iki ayrı yaştayız şimdi. Eskimiş bir bedende onun coşkulu ruhunu taşıyorum. Bana emanet ettiği tek şeye sahip çıkmanın huzuru ile hanın içinden yürüyerek Hisar’ın önüne çıkıyorum. Caminin kapısında bir süre kıpırtısız bekliyorum. Theo’nun sekansları düşüyor zihnime. “Geçmişe doğru süzülüp giden bir hikâyenin başladığı yere döndüm.” Nasıl bir hikâye bu? Tüm dünyanın okuduğu bir hikâye mi? Kim yazıyor bu hikâyeyi, anlatıcısı kim, kahramanları kimler?

 Ruhum avluya girerken, bedenim yatağımda acı içinde kıvranıyor. İki kıyının birbirine benzeyen iki ayrı şehrindeyim şimdi. Anılar bir çağlayan gibi akıyor durmaksızın. Küçük bir kız çocuğu bana doğru koşuyor, sarılıyor. Nasıl gördü beni? Nasıl tanıdı? Şaşkınlık içinde duraksıyorum bir an. Ben de ona sarılmak istiyorum ama o koşup cami avlusundaki oyununa devam ediyor. Sonra silikleşip gözden kayboluyor. Senin gidişin çocukluğumun yitişi oluyor. Avlu bomboş. Oysa bir zamanlar burası, sırtında çilesi, cebinde mendili olan kalabalıklarla dolu olurdu. Issız bırakılmış bir adaya benziyordu şimdi. Abdest alıp içeri giriyorum. Bir huzur kokusu sarıyor her yanımı. Derin bir nefes çekip ilerliyorum. Tam karşımdaki ahşap saat on bir buçuğu gösteriyor. Yelkovan ve akrep zamanla bağını koparmış gibi hareketsiz duruyor. Sağ tarafta minber, sol tarafta kürsü; üzerinde bir damla gözyaşı duruyor. Oradasın biliyorum. Halıda ayak izlerin, havada nefesin, duvarlarda sesin duruyor. İkimizin de ruhu oralarda geziniyor. Aniden kürsüden yükselen bir haykırış kulağımı yalayıp geçiyor:

Heyyy gidi günlerrr!

Bu haykırış şeffaf bedenimden geçip Hisar’ın duvarlarına çarpıyor önce. Sonra dalga dalga yayılıyor. Pencerelerden süzülerek semayı yarıp geçiyor. Sanırsın dünyanın bir ucuna uzanıyor. Sahi uzanıyor mu? Bilgisayarımdan kulaklarımı dolduran o ses tekrar yükseliyor:

 Heyyy gidi günlerrr!

Hıçkırıklar, gözyaşları, gitme diye yalvaran büyük insanların çocuk masumiyetleri, hepsi bir olup hücrelerimi titretiyor. Zamanlar mekânlar arası bir boşlukta iki büklümüm şimdi. Bu boşluğun ortasında yok olup gidiyorum. İçimde bir şeyler kopuyor, dağılıyor, parçalanıyor.

Hava ızdırabın içine gizlenmiş umut ve gayret kokuyor. Bir şişeye doldurup götürebilir miyim bu havayı Atena ve Zeus’un şehrine? İki yakanın hikâyelerini birbirine katıp karıştırabilir miyim? Oradan yepyeni, taptaze bir hikâye yazabilir miyim? Senin ruhunu orada yaşatabilir miyim? Mefkureni ölümsüz kılabilir miyim? Avucumuza bıraktığın tohumları oraların bereketli toprağında, ışıl ışıl güneşinde yeşertebilir miyim? Bütün bunları sen yokken de başarabilir miyim? Senin bıraktığın boşluğu doldurabilir miyim? Yana yakıla ettiğin dualardan, hıçkırıklara karışan gözyaşlarından, dimdik ikame edilmiş teheccüdlerinden, sabaha ulaşan gecelerinden kalan boşluğu…doldurabilir miyim bilmiyorum.

Bu yazıyı paylaş