“Bismillâh her hayrın başıdır.” ifadesinin Risale-i Nur Külliyatı’nın girişinde yer alması dikkat çekicidir. Zira “hayır” ve “şer” anlayışlarındaki farklılık, İslamiyet’le diğer varlık anlayışları arasındaki en önemli farklılıklardan birisini teşkil etmektedir.
Varlık Hayırdır
Risale-i Nur’un temsilcisi olduğu Kur’ânî bakış açısı itibarıyla; “Hayr-ı mutlaktan hayır gelir, Cemîl-i Mutlak’tan güzellik gelir, Hakîm-i Mutlak’tan abes bir şey gelmez.” (Sözler)
Bu bakış açısından “âlemin yaratılmasından asıl maksad, yalnız güzellik ve hayır ve hak ve kemâl”dir. (Muhâkemat) “Varlık ise hâlis hayır ve nur”dur (Lem’alar) ve “bütün güzellik ve kemâlâtın varlığa bakması ve bütün günahların, musibetlerin ve eksikliklerin kökeninde yokluk olması; varlığın, mutlak hayır; yokluğun mutlak şer olduğuna delil teşkil etmektedir.” (Sözler)
“Gelse cemalinden safa, yahut celalinden cefa… Nârın da hoş, nurun da hoş.” ifadesiyle özetleyebileceğimiz İslam varlık anlayışına göre, “Her şeyde, en çirkin görünenlerde bile gerçek bir güzellik yönü vardır. Ya bizzat ya da neticeleri itibarıyla güzeldir.” (Sözler)
Varlığın gerek cemalî cilveler gerek celalî tecelliler itibarıyla, bizzat veya neticesi itibarıyla hayır olduğu kabul edildiğinde akla gelen soru; varlıkta var olmamaya nispetle gözetilen hayrın ne olduğudur.
Maksat Olan Hayır, Hakk’ın Bilinmesi
İbn Sînâ ve Fârâbî gibi meşşâî filozoflara göre tabiatta görülen sebepleri fiile sevk eden temel ilke, onların gaye ve maksatlarıdır. Bu gayeler özünde hayırdır ve hayra yöneliktir; çünkü mutlak hayır olan ve hayır nizamını bilen Cenâb-ı Hak, aynı zamanda kâinattaki düzenin de ilkesidir. Böylece bütün hadiseler, belirli gayelere yönelmiş bir nizam içinde cereyan ederler. Dolayısıyla varlığın işleyişinde abesiyete, başıboşluğa veya tesadüfe yer kalmaz.
Muhakkik sûfîler ise varlığın sebebini Cenâb-ı Hakk’ın bilinmek istemesinde; varoluşun nihayetindeki hayrı ise O’nun bilinmesiyle gerçekleşen marifetullahta görmüşlerdir. Bu bilinme maksadı ise kâmil mânâda insan ile gerçekleşmektedir.
“Katiyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır.” (Mektubat)
Ancak bu gaye çapındaki hayır, varlık âleminde, neden sonra gerçekleşmiş değil; başta, ilim planında takdir edilmiştir. Bu anlamda “Besmele” kelamı Cenâb-ı Hakk’ın teşriî kitabı olan Kur’ân-ı Hakim’in çekirdeği olduğu gibi; Cenâb-ı Hakk’ı hakiki anlamda bilen insan dahi yaratılış kitabı olan varlık ağacının çekirdeği, başı, yani evvelidir.
Bu hakikati ifade sadedinde hakiki İnsan-ı Kamil olan Allah Resûlü “Biz sondan gelen ilkleriz.” buyurmuş ve “Ben nebî iken, Âdem ruh ile ceset arasında bulunuyordu.” (Aclûnî) beyan ederek; “Ne Levh, ne kalem, ne cennet, ne ateş/cehennem vardı. Ne melek, ne gök, ne yer, ne Güneş, ne Ay, ne cin ve ne de insan yaratılmadan evvel ilk yaratılanın kendi nuru”(Aclunî) olduğu hakikatini şerh etmişlerdir.
Evvelde yer alan çekirdekte ağacın şekli ve teşekkülü, keyfiyet ve kemiyeti itibarıyla nasıl yazılmış ise; yaratılış amacı Cenâb-ı Hakk’ı bildirmek olan varlık ağacı da çekirdeği hükmündeki İnsan-ı Kâmil’de yazılıp kodlanmıştır.
“İnsan, yaratılışın meyvesi olduğundan anlaşılır ki insanlardan bir çekirdek var ki Cenâb-ı Hak yaratılış ağacını o çekirdekten yeşertmiştir. O çekirdek de ancak ve ancak bütün kamillerin ve belki insanlığın yarısının ittifakıyla yaratılmışların en faziletlisi, insanlığın efendisi Hazreti Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm)’dır.” (Mesnevî-i Nûriye)
Dolayısıyla evvelden âhire, bâtından zâhire yaratılışın her safhasında farklı dillerle, kesintisiz bir surette açığa çıkan, nüsha-i câmia olan İnsanda saklı bulunan bu büyük hakikatdir.
Hz. Âdem’den bugüne başta Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) olmak üzere nebiler ve onların hakiki varisleri olan âlimler de, varlığın yaratılışındaki gaye çapındaki küllî hayır olan bu bilme ve bildirme misyonunu icra etmektedirler.
Hilafet Rütbesi, Emanet Vazifesi
Bu anlamda Üstad Bediüzzaman’ın Birinci Söz Risalesi’nde Besmele-i Şerîf’e, Allah’ın “adıyla” değil “adına/namına”şeklinde mânâ vermesi, hilafet kavramına yaklaşımda tercihini net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Besmele’yi zikretmekle, ism-i has olan “Allah” ismini her işinin başında anan insan, Cenâb-ı Hakk’ın bütün güzel isimlerine mazhariyetle, şahsı hesabına değil, Hak namına hareket ederek, hilâfet rütbesiyle emanet vazifesine ait yüksek mevkiini bildirmekte ve belirli isimlerin görünür olduğu diğer varlıkların üzerinde bir mevkide yaratılmakla, onlar üzerinde maddî-mânevî tasarruf yetkisine sahip olduğunu ve mümin-kâfir, canlı-cansız, şuurlu-şuursuz mahlukatın kendisinden selâmette bulunduklarını ilan etmektedir.
“Biz âdemoğulları tâifesi ise, bir emanet-i kübrâ rütbesi ve hilâfet-i zemin vazifesiyle diğer mevcudât kardeşlerimizin içinde imtiyazlı ve memuriyet sıfatı ile bu meşher-i kâinata gönderilmişiz.” (Emirdağ Lâhikası 2)
Tarihin başında tâlim-i esmâ vâkıasıyla eşyanın vekilleri olan isimlerini bildiren ve böylelikle Hakk’ın vekili olduğunu melekûta ispat eden Âdem/İnsan, bu memuriyetini kâmil temsilcileri vasıtasıyla kıyamete dek ispat etmek durumundadır. Böyle muallâ bir mevkide yaratılan İnsan, hilâfetin hakkını yerine getirirken, Besmele’yi istimâl etmekle, mevhum havl ve kuvvetinden sıyrılmakta ve Cenâb-ı Hakk’a intisabının kuvveti, niyetinin ameline rüçhaniyeti nispetinde hayra sevk edilmektedir.
Besmele ile Kuvvetli İrtibat
İnsanın Besmele kelimesiyle nasıl benzersiz bir kuvvete bağlandığı ve vesile olduğu şu şekilde ifade edilmiştir:
“Bismillâh kudret-i ezeliyenin taallûk ve tesirini celp eder. Ve o taallûk, abdin kesbine ve işine yardım edici bir ruh gibi olur. Öyleyse, hiç kimse, hiçbir işini Besmelesiz bırakmasın!” (İşârâtü’l-İ’câz)
Aynı mânâyı ifade sadedinde Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretleri, Hak dostlarının, “kudret-i ezeliyenin taallûk ve tesirini celb etmek adına” hiçbir işlerini Besmelesiz bırakmama hususunda gösterdikleri hassasiyeti şu cümlelerle ifade etmektedir.
“Bil ki: Her şahıs için bâtınında ‘kün’ emrinden bir kuvvet mevcuddur. Yani bu kuvvet, bir şeye bir kimsenin ‘ol’ dediği zaman o şeyin derhal oluvermesinden ibarettir. Fakat bu kuvvet şahsın zâhirinde yoktur. Şahsın zâhirinde olan şey sade mutad olan fiilden ibarettir. Fakat cennette ehl-i cennet için zikri geçen bu kuvvet mevcuttur. Sonra bu kuvvet ricalullahtan bazı kimselere dünya hayatının zâhirinde dahi ihsan edilmiştir. Bunlardan bir kısmı bu kuvveti ahzedip onunla tasarruf ederler. Ve bunların bir kısmı da bu kuvvet kendilerine verildiği hâlde onunla tasarruf etmezler. İşte bu kısım, üdebâ-yı ilâhiye denilen tâifedir. Sade bunlar işlediklerini şeytanın müşareketinden kurtarmak için dâima ‘Bismillâhirrahmânirrahîm’ ile işlerler. Ve bu kimseler Hak Tealâ ile sebepleri, ef’âl-i ilâhiyyeye müşârik tutmaktan bu suretle dâima salim kalırlar. Onun için bu kimselerin Besmelesiz bir işleri yoktur. Vallahu a’lem.” (İbn-i Arabî, Mârifet Kitabı)
Bu anlamda insanın, “bütün esmâ-yı hüsnânın ifade ettiği mânâlarla bütün sıfât-ı kemâliyeye, bililtizam delâlet eden” (Mesnevî-i Nûriye) “Allah” lafza-yı celâlini her işin başında Besmele’yle zikretmesi; sebeplerin tesirsizliğini bilip, her türlü şahsî havl ve kuvvet vehminden sıyrılarak tam tevhide ermesi ve Cenâb-ı Hakk’ın halifesi unvanıyla, varlığın yaratılış gayesi ve neticesiyle tam uyumu yakalaması anlamına gelmektedir.
Her Hayırlı İşin Başı
Bu sebeple insanın “Bismillâh” kelâmını her hayrın başında zikri; gayesi esmâ-yı ilâhîyi, dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ı bildirmek ve tanıttırmak olan varlığın hakikatiyle buluşmak ve bütünleşmek adına bir gerekliliktir. Bu hâlin kesintisiz devamı adına da insanın her işinin başında Besmele-i Şerif’i zikretmesi gerekmektedir.
Zaten Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz, “Besmele ile başlanmayan her işin bereketsiz olacağını ve devam etmeyip güdük kalacağını” beyan buyurmuşlardır. (İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel, el-Müsned)
Evet; “Hem cismânî ihtiyaç gibi, mânevî hâcât dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes muhtaç olur; cisme hava, ruha Hû gibi. Bazısına her saat; Bismillâh gibi ve hâkezâ…” (Mektubat)
Bu cihetle insanın Bismillâh kelâmını her meselesinde zikretmesi; varlığın yaratılış gayesi mesabesindeki emanet rütbesini bihakkın taşıdığının ve hilâfet vazifesini bitamamiha eda ettiğinin ispatı olduğu gibi, Hakk’a intisabını ilan ve tecdid-i biat mânâsını da taşımaktadır.
“Bismillâhirrahmânirrahîm cümlesi, Arş’ı Ferş’e bağlayan ve kâinatı ışıklandıran ve her dakika herkes ona muhtaç olan öyle bir hakikattir ki, milyonlar defa tekrar edilse yine ihtiyaç vardır. Değil yalnız ekmek gibi her gün, belki hava ve ziya gibi her dakika ona ihtiyaç ve iştiyak vardır.” (Sözler)
Bu surette Besmele’yi devamlı istîmal eden insan, yeryüzünde semâdan kopuk bir arzlı olmaktan çıkıp, semânın hilâfet payesiyle serfiraz aziz bir yaver-i kerim seviyesine yükselmektedir.
“Bismillâhirrahmânirrahîm yukarıdan nüzûl ile semere-i kâinat ve âlemin nüsha-yı musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferş’i Arş’a bağlar. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur.” (Lem’alar)
Bu Kelâm, Güneş Gibidir
Risale-i Nur’da Kur’ânî varlık anlayışını işaretleyen bu ilk cümleyi takip eden ikinci cümlede “Biz dahi onunla başlarız” yerine “ona başlarız” denmesi de dikkat çekicidir.
“Bu kelâm, güneş gibidir. Yani, güneş başkalarını gösterdiği gibi, kendini de gösterir; başka bir güneşe ihtiyaç bırakmaz. ‘Bismillâh’ başkalarına yaptığı vazifeyi, kendisine de yapıyor, ikinci bir ‘Bismillâh’ daha lâzım değildir.” (İşârâtü’l-İ’câz) ifadesinden de anlaşılacağı üzere Besmele’nin diğer âyetlerin okunmasına vesile olmasından önce, evvelen ve bizzat kendisinin bir âyet olması söz konusudur.
Bu ifadeyle, Birinci Söz Risalesi’nde Besmele’yle başlamanın ehemmiyetinden öte bir âyet olarak Besmele’nin bizzat kendisinin konu alındığı vurgulanmaktadır.
Evet, “Bismillâh öyle müstakil bir nurdur ki bu nur, hiçbir şeye bağlı değildir.” (İşârâtü’l-İ’caz)
İfadedeki bütün bu inceliklerden, Birinci Söz Risalesi’nin, her işe Besmele ile başlamanın ehemmiyetini ele almaktan öte; bizzat bir âyet olarak Besmele’nin ve Kainat’ın besmelesi mesabesindeki İnsan’ın tefsirine dair olduğu anlaşılmaktadır.