“Meleklerin Kanatlarında Yürüyen Adam” HÜSEYİN TULPAR Hocamız

Bir zamanlar atalarımızın at koşturduğu Balkan topraklarında taze bir toprak yığını…

Üzerinde saf ve duruluğun sembolü beyaz güller…

Uç taraftaki küçük bir tahtada; “Hüseyin Tulpar” yazıyor.

Bu muhteşem insanı ilkin Antalya’da görmüştüm.

Üniversiteyi bitirdiğim yıl nasibime “Mavi Rüyalar Şehri” Antalya düşmüştü.

Antalya her mevsim güzel olsa da onu asıl güzelleştiren içindeki insanlardı. Bir avuç fedakâr insan Rasanet Gençlik Vakfı’nı kurarak Doğu Garajı mevkiinde birkaç daireden müteşekkil bir kompleksi yurt hâline getirmişlerdi.

Ben o yurdun ilk müdürüydüm. Hüseyin Tulpar Hocamız da vakıf başkanımızdı. “Tulpar” adını ilk o zaman duymuştum.

Eski Türk mitolojisinde Tulpar’ın, Tanrının yiğit insanlara yardımcı olması için yarattığı kanatlı atlar olduğunu da o zaman öğrenmiştim.

Antalya’nın bu güzel insanları sayesinde Hizmet kısa sürede merkezden muhite yayıldı. Önce ilçelerinde, sonra da bütün bir bölgede öğrenci yurtları arka arkaya geldi.
Antalya hakikaten bir mektep gibiydi.
Bu mektebin öğrencileri de öğretmenleri de değerliydi. Ama bu mektebi değerli kılan muallimlerin başında hiç şüphesiz vakıf başkanımız Tulpar Hoca geliyordu.
O, musikiden edebiyata, siyasetten sanata, kültürümüzün hemen her alanına meraklı, meraklı olduğu kadar da mahir ve mütefekkir bir insandı. Az konuşması, onurlu ve hüzünlü duruşuyla tam bir zarafet timsaliydi.

Duruşu, Toroslar kadar vakurdu. Gözleri güzeldi, samimiydi, mânâlıydı, derin bakardı. Zira o İslâm’ın vakarını bir sorguç gibi taşırdı üzerinde. Sizi çeken bir şeylerin olduğunu hissederdiniz onun ikliminde. Huzur, bu insanın yüzünde her daim misafirdi. O, bu vasıfları bir şahsiyet çizgisi hâline getirmişti.

Yüksek tahsilini Ömer Nasuhi Bilmen, Celâlettin Ökten, Ali Üsküdâri, Nihat Sami Banarlı, Mehmet Abdülkadir Keçeoğlu (Yaman Dede) ve Mahir İz gibi devrin önemli hocalarının bulunduğu İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde yapmış.

O yüce ruhlu insanlardan derin izler taşıyordu üzerinde.

Güzel sanatlara aşinaydı. Hattat Mustafa Halim Özyazıcı’dan hat dersleri, Tanbûri Hâfız Kemal Batanay῾dan musıkî dersleri almıştı.

1964῾te Enstitüden mezun olunca tayini, Diyarbakır İmam-Hatip okuluna çıkar. Kısa bir süre orada çalıştıktan sonra (memleketi) Antalya İmam-Hatip Okulu’na müdür olur.

Böylece okul asıl aradığı müdürü bulur. Öğrenciler ve öğretmenler bu genç müdürü çok severler. Şayet zamanı geri sarmak mümkün olsaydı, 1970’li yılların yol şartlarında, şehrin dışında bulunan okulun çamurlu yollarında, 1951 model bisiklet üzerinde, paçalarını mandallarla tutturmuş birisini görecek ve onun okul müdürü Tulpar Hoca olduğuna şahit olacaktınız.

O okulda tek soba müdür odasındadır. Üşüyen, ıslanan öğrencileri müdür odasına alır. Öğrenciler burada hem ısınır hem de ıslak elbiselerini kurutur. Yatılı öğrencileri her gece yatırdıktan, merhameti bir yorgan gibi üzerlerine örttükten sonra evine gider. Her gün, seher vaktinde bir hayalet gibi paltosunun eteklerini savurarak aynı yollardan yine okula gelir ve öğrencileri sabah namazına kaldırır. Bu durumu bilmeyen öğrenciler, onun okulda yattığını sanır.

Bir keresinde elbise ve ayakkabıya ihtiyacı olan öğrencilerin tespitini ister. Gelen listenin en başında kendi kızı vardır.

İmam-Hatip Okulundan ayrıldıktan sonra üç kardeş bir fabrika kurarak büyük imkânlara kavuşurlar.

Benim Antalya’da bulunduğum yıllarda kardeşleri son model lüks arabalara biniyordu. Evleri denize nazır olup dalgalar evlerinin altında huysuz bir at gibi kişner dururdu. Ancak Hüseyin Hocam, Doğu Garajı’nda mütevazı bir evde oturuyordu.

Kitapların, hat yazılarının olduğu ofisinde fabrikanın muhasebesine bakar, hayır hasenat işleri ile uğraşırdı. Çoğu zaman, fakir fukara kapısından eksik olmazdı.

Kervanların uzaklardan görüp gelmeleri için Hâtemi Tâî’nin çölde yaktığı ateş gibi ocağında cömertlik ateşinin beyaz dumanı her daim göklere yükselir dururdu.

O yıllarda Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesinde öğrenci olan Prof. Dr. Osman Gökalp onunla ilgili şunları anlatıyor:“Bulgaristan’da Müslüman soydaşlarımıza zulümlerin yapıldığı günlerdi. Oradan kaçan soydaşlarımız akın akın Anadolu’ya geliyorlardı. Hep yaptığım gibi bir gün Tulpar hocamın mütevazı dükkânına uğradım. Bir kış günüydü. Perişan vaziyette bir adam Hüseyin hocama şöyle diyordu: Ben gelinimle Bulgaristan’dan geldim. Oğlum orada kaldı, gelemedi. Bir camiye gittim, yardıma ihtiyacım var dedim. ‘Hüseyin Hoca’ya git.’ dediler. Ben de size geldim.”

Hüseyin hocam adamın durumuna çok üzüldü ve ona erzak ve para yardımında bulundu.
Ama onun asıl anlatılması gereken yönü namazıydı. Namaz kılışına hayran olurdum. Bir keresinde, “Hüseyin Hocam! Siz nasıl namaz kılıyorsunuz?” dedim.
“Namaza durduğumda sanki mahşerdeyim, sayfalar uçuşuyor, cehennem gürül gürül yanıyor, Allah beni hesaba çekiyor. Ben öyle kılıyorum.

Eski bisikletiyle Antalya’nın sokaklarında kanatsız atlar gibi süzülen bu insana herkes aslında melek gözüyle bakardı. İsteseydi özel şoförü, özel arabası olurdu.

O, himmet ve burs mevsiminde her daim en yüksek miktarı verirdi. Fethullah Gülen Hocaefendi bir sohbetinde bu müstesna şahsiyeti şöyle anlatır:

“Anadolu’da hizmet eden bir ağabeyimiz bu Ramazan Allah için bir milyarın üçte birini, yani 300 küsur milyon vermiş. Ben o ağabeyimizi görmedim ama size önemli bir şey arz edeceğim. 300 küsur milyon veren bu insan, o kadar yardım yapmasına rağmen altına bir araba almıyor. Eski bir bisikletin üzerinde geziyor. O, imanlı bir neslin yetişmesi için verdiği miktarla on araba, yirmi araba alabilir. Ama o bisikletle gidiyor gideceği yere. Bir gün ayakkabı almak için bir mağazaya giriyor. Bir ayakkabıyı beğeniyor. “Kaç para bu?” diyor. “90 bin lira.” “Ben 90 bine ayakkabı alıp giymem.” diyor. Sümerbank’a gidiyor. Orada 30 bin liralık bir ayakkabı beğeniyor ve onu alıyor. Aradaki 60 bin lirayı burs olarak öğrencilere veriyor. Mübalağa saymazsanız bir şey diyeyim. Vallahi billahi mübalağa değil, Allah’a yemin ediyorum o ayaklar yere basmaz. Meleğin kanadında yürür o ayaklar. Melekler, yüzünü koyar o ayakların altına. Kendime söz verdim. Bir gün görürsem yüzümü o ayağın altına koyacağım. Allah sizin gibileri başımızdan almasın, diyeceğim. Allah sana cennette yakut ayakkabı versin. Bu talebeleri sizler yetiştirdiniz. Bu müesseseleri sizler kurdunuz. Altın bir neslin yolunu siz açtınız. Sahabenin ardından fedakârlığın yolunu sizler gösterdiniz, diyeceğim.

Bu süreçte de başta Tulpar Hoca ve dönemin vakıf başkanı Hasan Yılmaz olmak üzere Hizmete sinelerini siper ederek kahramanca savundular.

2015’te polisler vakıf binasını bastıklarında şöyle kükremişlerdi; “Biz bu vakfı kurarken iki elin parmağını geçmeyecek kadar insan vardık. Yavrularımızı sokaktan kurtarıp yüksek ahlaki değerler içeren bir eğitim sistemi için eğittik. Perişan, rastgele bir hayat yaşayan yavrular önce kendilerini kazandı, sonra da aileler…”

Dedim ya Antalya güzel insanlar diyarıdır.

Kimi Toroslara bile diklenen Akdeniz gibi derin ve dalgalı, kimi Toroslar gibi dik ve vakur, kimi diplerine bereket damlayan portakal çiçekleri gibi saf ve duru…

Bu yiğit insanların bazıları bu süreçte ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Tulpar Hoca da onlardan biri. On yıldan beri Kosova’da, Murad Hüdavendigar’ın komşuluğunda yaşıyordu. Halkın gönlünde taht kurmuş insanlar bir şehri terk ediyorsa bu işte bir yanlışlık olmalıydı.
Hâlbuki şehirleri canlı kılan, içlerindeki erdemli insanlardır! Birler değil on binler yolunu kesip, “Sen bu şehirden gidemezsin!” demeliydi.

Bir keresinde, kendisiyle ilgili yazdığım bir yazıda Hazreti Ebû Bekir’e benzediğini ifade etmiştim. Bana “Kıymetli Harun Hocam!” diye başlayan uzunca mektubunda şöyle diyordu:

“Hakkımda yazdıklarınız ise hayatımın son demlerini yaşamakta olduğumu hissettiğim, günahlarımın dehşetinden mağfiret-i ilahiyeye iltica için çırpındığım şu günlerde hicabımı, hicranımı daha çok hissettirdi. Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) iman ve ittiba hususunda sahâbeler, bilhassa Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) efendimiz, hedeftir, ufuktur. Fakat bilhassa benim için onların çizgisine yaklaşmak, seviyelerine yol bulmak, benzer vasıflara sahip olmak, topuklarına yetişmek muhal üstü muhaldir. Benim için hicaba, sizin için mesuliyete sebep olur diye korkuyorum. Yazdıklarınızı dua olarak kabul ediyorum.
Hâfızam beni yanıltmıyorsa, Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), Hazreti Ebû Bekir Efendimizin vefatı üzerine, ‘Kendinden sonrakilere yaşanmaz bir hayat bıraktın.’ demiştir. (…) Rahmetli Necip Fazıl’ın, evliyâ bir zattan aldığı mânâ ile şu kıtada ifade ettiği, ‘üç ayakla seken’ varlık olabilmeyi bahtiyarlık addederim:

Sonsuzluk kervanı peşinizde ben,
Üç ayakla seken topal köpeğim.
Bastığınız yeri taş taş öpeyim.
Bir kırıntı yeter kereminizden,
Sonsuzluk kervanı peşinizde ben.

Muhterem Hocaefendi’nin nasihatleri ve rehberliği, sizlerin aşk ve heyecanınız, hizmet sunulan kitlenin memnuniyet ve duaları vesile oldu; Cenab-ı Mevlâ’nın inâyet ve lütfu gerçekleşti. Küçüklüğümüz sebebiyle kendi küçük çevremizde başlayan; kısa bir zaman sonra bütün insanlığı kucaklayan iyilikler, hayırlar ve güzellikler külliyen Allah’tandır (celle celâluhu). Bu hususta perdede görünen bir gölge kadar bile hissemiz yoktur.

Ben ki nefsime çok zulmetmiş bir kulum. Şimdiye kadar işlediğim, bundan sonra işleyeceğim, gizlediğim ve açığa vurduğum günahlarımı, irtikâp eylediğim israflarımı benden daha iyi bilen Gaffâr-ı Zünûb, Settâr-ı Uyûb olan Rabb’ime sığınıyorum.

Güzel gönlünüzde hüsnüzan ve niyetinize göre biçtiğiniz son derece güzel bir elbiseyi bana giydirdiniz. Bunun makbul ve müstecab bir dua olmasını niyaz ediyorum. Her vesileyle siz ve bütün ehl-i imâna dua ediyorum. Sizden de dua ümit ediyor ve Cenab-ı Mevlâ’nın hıfz-ı emânına emanet ediyorum.”

Bu güzel insan, vefatından kısa bir süre önce felç geçirdi. Buna çok üzülüyordu. Saim Yuva Bey, “Felç olan İmam Busayrî, Peygamberimiz’e yazdığı Kaside-i Bürde sayesinde şifa bulmuş. Hüseyin Hocam Kaside-i Bürde’yi çok sever, çok okurdu. Ama şimdi konuşamıyor. Okuyup gönderseniz dinler, memnun olur, sizin sesinizi tanır.” dedi.

Okudum ve gönderdim. Kızı, “Babama dinlettim Kasîde-i Bürde’yi.” dedi ve bazı beyitleri başladı okumaya. O, melek gibi evlatlar babasıydı. Kasîde-i Bürde’nin son nağmesi havada asılı kaldı…

Bir gün sonra, o yüce ruh, Yaradan’a doğru kanatlandı. Gök kubbeyi tutan bir direk daha yıkıldı. Akdeniz sahillerinde, Antalya sokaklarında eski bir bisikletin üzerinde bir sülün gibi süzülen Tulpar’ımız, kanatlı küheylanımız yok artık. Murad Hüdavendigar’ın medfûn bulunduğu topraklarda, yine Antalya’nın güzel insanlarından Hasan ve Fatma Şahin çiftinin komşuluğunda.

Gurbette taze bir toprak yığını…

Orada bir muhacir-i garîb yatıyor.

Üzerinde beyaz güller…

Başucundaki küçük bir tahtada; “Antalya halkından Saraç Halil Usta oğlu Hüseyin Tulpar, 1941 – 2025” yazıyor.

Ne kadar sade değil mi?

Ruhun şâd olsun “meleklerin kanadında yürüyen adam.”

Makamın Firdevs olsun aziz Hocam…

Bu yazıyı paylaş