Hikmetli Sınırlar ve Dengeler

Sadece birkaç saniyeliğine çevrenizdeki canlı cansız her şeyi görebildiğinizi, her sesi duyabildiğinizi, her kokuyu hissedebildiğinizi ve varlıklardaki her ayrıntıyı canlılığıyla algılayabildiğinizi düşünün! Bir fincan kahve içmek istiyorsunuz, tam kahvenizi yudumlayacakken; kahve fincanın üzerindeki mikroorganizmaları fark ediyorsunuz, yerde yürüyen bir karıncanın ayak sesleri sizi rahatsız ediyor. Evden çıkıp kafanızı dağıtmak için gittiğiniz ve her zaman rahatladığınız kumsala doğru yürüyorsunuz. Fakat o da ne? Denizdeki balıkların birbirleri ile haberleşmesini duyuyor, hatta yanınızdan geçen köpeğin ağır bir zatürre geçirdiğini hissedebiliyorsunuz ve bu durum sizi ciddi rahatsız ediyor. Kalan enerjiniz ile çantanızdaki elmayı çıkartıyor ve kabuğunu soymaya başlarken içinden çıkan kurtçuğun ağız aletleriyle elmayı sizden önce yiyerek oyduğu çukurun içindeki dışkı parçalarını gözlemliyorsunuz ve hiç iştahınız kalmıyor. Büyük bir hayal kırıklığı ile elmayı çöpe atıyor, başınızı ellerinizin arasına alıyor ve hayatın daha önce ne kadar güzel olduğunu düşünüyorsunuz…

İçinde yaşadığımız her an vücudumuzu teşkil eden hücre, doku ve organların sayısını bilmediğimiz, çok hassas belirlenmiş sınırlar içinde çalıştırılmalarıyla hayatta kalırız. Bizlerin sağlıklı, mutlu ve etrafımıza faydalı bir birey olmamız metabolizmamızdaki birçok değerin belirli sınırlarda kalması ile mümkündür. Fizyoloji biliminin “Homeostazi” adını verdiği bu sınırlar, her an yükselir ve alçalır aynı zamanda statik değil, dinamiktir. Vücut sıcaklığımız 36,7 derece kabul edilir ama bu sabit değildir, tahterevalli gibi her an iner ve çıkar, kalbimiz dakikada 75 kere atıyor kabul edilir ama her an 70-80 arasında değişir, keza kan değerlerimiz dinamik süreçlerle hep belli değerler arasında tutulmaya çalışılır. Sabit kalması demek ölmüş demektir. Rahman sûresinin başında üç defa “mizan” kelimesinin zikredilmesi, kâinatın her noktasındaki ölçü ve dengenin önemini vurgular[1] Çok hassas ölçüler ile gerçekleşen, ekolojik, meteorolojik ve fizyolojik hadiseleri hayatın her noktasında görüyor ve bunların biyokimyevî, biyofizikî ve matematik prensipler çerçevesinde ne kadar hassas mekanizmalar olarak işletildiğini görüyoruz.

Varlık âleminin her tabakasından bu konuda örnekler verebiliriz: Her madde, ısısı ve yapısına bağlı olarak bir miktar elektromanyetik dalga yayar. Elektromanyetik spektrum, radyo dalgalarından gama ışınlarına kadar uzanan bütün elektromanyetik dalga türlerini içine alan geniş bir aralıktır. İnsan gözü ise ancak elektromanyetik spektrumun görünür ışık adı verilen çok küçük bir kısmını algılayabilir. Görünür ışık insan için yaklaşık 380–780 nanometre (nm) dalga boyu aralığındadır.[2] Yani insan, 380 nm’nin altındaki (morötesi/ultraviyole) ve 780 nm’nin üzerindeki (kızılötesi/infraruj) dalga boylarını göremez ve algılayamaz. Eğer 380 nm’nin altındaki ultraviyoleyi ve 780 nm’nin üzerindeki kızılötesi dalgaları algılayabilseydik, beynimizin görmeyi sağlayan bölgesinin (görsel korteks) çok daha karmaşık olması gerekirdi.[3] Çünkü bu durumda, çok daha geniş bir dalga boyu aralığını işleyip yorumlayabilmek için beynin, özellikle de görsel sistemi daha fazla bilgiye ve enerjiye ihtiyaç hissedecekti. Ayrıca, ultraviyole (UV) ışınları yüksek enerjili oldukları için biyolojik dokulara zarar verebilir; eğer bu ışınları doğrudan görebilseydik, gözlerimizi koruyabilmek için özel filtreler veya biyolojik adaptasyonlar gerekecekti. Her şeyi göremiyor olmamız ne kadar büyük bir lütufmuş değil mi?

Sesin şiddeti desibel (dB) ile, frekansı ise hertz (Hz) olarak ölçülür. Sağlıklı bir insan kulağı yaklaşık 20 Hz – 20.000 Hz arasındaki frekansları, 0 dB (duyma eşiği) ile 120 dB (ağrı eşiği) yüksekliği arasındaki sesleri duyabilir. Bu aralığın dışındaki frekansları duyamaz, çok yüksek dB seviyeleri ise zararlı olabilir.[4] Yaklaşık 120 dB civarında ise ses artık ağrıyla algılanır; duyulan artık bir ton değil, acıdır. Eğer çok düşük frekanslı sesleri (infrases) duyabilseydik, meselâ zelzeleler veya büyük hayvanların çıkardığı sesler gibi çok derin titreşimleri algılayabilirdik. Aynı şekilde çok yüksek frekanslı sesleri (ultrases) duyabilseydik, yarasalar gibi yön bulma (ekolokasyon) yapabilir, ortamın çok ince detaylarını işitebilirdik. Bu durum diğer uzuvları ve beyin fonksiyonları belli sınırlar için programlanmış bizler için çok büyük bir yük teşkil ederdi.[5] Ne kadar büyük nimet ki her şeyi duymuyoruz!

Dil, tatlı, ekşi, tuzlu, acı ve umami olarak bilinen beş temel tadı algılar. Umami, genellikle “etli” olarak tanımlanır; et ve MSG (monosodyum glutamat) gibi bileşiklerde bulunur. Sıcak limonata ve şekerle oluşturulan tatlı-ekşi kombinasyonları tat çeşitliliğine katkı sağlar. Tat tomurcukları (papilla) dilin yüzeyindeki küçük çıkıntılarda yer alır ve bir yetişkinde yaklaşık 2000–8000 adettir. Yaş ilerledikçe tat tomurcuklarının sayısı belirgin şekilde azalmaya başlar ve yenilenmeleri yavaşlar.[6] Dilimizin tat alma özelliği kaybedildiğinde tatlar ayırt edilemez hale gelir veya her şey “metal tadı” gibi garip gelebilir.[7] Tat alma duyumuzun bu kadar hassas ve dengeli çalışabilmesi, tat tomurcuklarının sayısı ve sağlığıyla doğrudan ilişkilidir. Tat tomurcuğu sayısının azalması (hipogeusia veya ageusia), tat alma duyusunda zayıflamaya veya tamamen kaybına sebep olabilir. Bu durum genellikle beslenme eksiklikleri, yaşlanma, bazı hastalıklar veya ilaç kullanımı gibi faktörlerle alâkalıdır.[8]

Nadir de olsa, tat tomurcuğu sayısının fazlalığı (dil papilla hiperplazisi) dilde aşırı hassasiyet ve rahatsızlık hissine yol açabilir. Gerçekten paha biçilemez bir ihsan; dilimizle yediğimiz nimetlerin tadını alabiliyor, hatta görmesek bile tattığımızdan ne yediğimizi anlayabiliyoruz!

Burnumuzun koku alma kapasitesi yaklaşık 10.000–100.000 farklı kokuyu ayırt edebilir. Koklama hücreleri (olfactor receptör), burun boşluğunun tavanında bulunan koku epitelyumunda yer alır ve bu bölgede 5–10 milyon civarı koku hücresi vardır. Bu hücreler koku molekülleri ile uyarılır ve uyartılar elektrik sinyalleri olarak sinirlerle beyne iletilir ve beyinde algılanır.[9] Koku duyusu olmasaydı, yangın veya gaz sızıntısı gibi tehlikeleri fark edemez; bozulmuş yiyecekleri koklayarak anlayamadığımızdan ciddi sağlık riskleriyle karşılaşırdık.

Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) güzel kokuyu teşvik etmesi ve kendisinin de bu kokulardan sürünmesinin hikmetini, kokuların insan ruhu üzerindeki tesirlerini fark ettiğimizde daha iyi anlıyoruz. Nitekim kokuların bu özelliğinden hareketle aromaterapi adıyla yeni tedaviler gündeme girmiş bulunmaktadır. Kokular beyindeki limbik sistemle bağlantılı olduğundan, hafızayı harekete geçirerek hatıraları canlandırabilir, mutluluk, huzur veya stres gibi duyguları tetikleyebilir.

Lavanta, nane, vanilya gibi kokular sakinleştirip rahatlatır; narenciye kokuları ise enerji verir ve ruh halini iyileştirir. Kötü kokular rahatsızlık, sinirlilik ve bedbinlik gibi olumsuz duygulara yol açabilir. Kokular sosyal münasebetlere de tesir ederek kişiye özgüven kazandırabilir ve etrafına olumlu intiba bırakabilir. Kısaca, kokular hem şuurlu hem de şuursuz olarak insan ruhunda birçok duygu ve psikolojik davranışı tetikleyerek, ruh halimize ve davranışlarımıza tesir eder.[10] Bir gülün kokusu ile mutlu olurken, yanık kokusuna hemen tepki gösterip yangın ihtimaline karşı tedbirimizi alabiliyoruz; hatta görmesek bile birçok nimeti kokusundan tanıyabiliyoruz! Koku alamasaydık nasıl bir mahrumiyet yaşayacağımızı ve dünyamızın ne kadar sevimsizleşeceğini düşünebiliyor musunuz?

Vücutta, değerleri belli sınırlar içerisinde belirlenmiş diğer çok önemli verilere ve bunların sınırlarına bir bakalım. Bu değerlerin her birinin kendine has ölçü birimleri vardır. Bu değerlerdeki küçük bir sapma bile bazen ciddi neticelere yol açabilir. Bunların bazısı vücut sıcaklığı, kanın pH değeri ve basıncı (tansiyon), kan şekeri (glukoz miktarı), oksijen doygunluğu (SpO₂), kalp atım hızı (nabız), kandaki CO₂ (pCO₂) yoğunluğu gibi hayatî değerlerdir.[11]

Nasıl ki fabrikada üretilmiş bir arabanın gücünü, azami hızını veya yakıtının cinsini onu yapan mühendisi biliyorsa, vücut makinemizin fizyolojik ve metabolik değerleri ve hayatiyetin sürdürülebilmesi için bu değerlerin belli sınırlarda tutulması, bunları belirleyen bir Yaratıcı’ya işaret eder.

Mahlûkatın en şereflisi olan insanın sadece maddî vücudu mu çok hassas dengeler içerisinde yaratılmıştır? Tabiî ki ruhumuz da bir o kadar hassas dengeler ile yaratılmıştır. İnsan ruhunun yönlendirdiği duyguları, düşünceleri, hisleri ve her türlü eylemleriyle belirli sınırlar içerisinde kaldığı müddetçe dengeli ve mesut bir hayat sürer. Maddi yapımızdaki hassas dengelerin ve belirlenmiş sınırların, manevî yönümüz için de olacağı gayet beklenen bir durumdur. Bunun şuurunda olup duygularını sınırlamasını bilen ve kontrol altında tutabilen kişi o ölçüde başarılı olur. Dolayısıyla ancak maddî ve manevî yönleriyle dengeli insan etrafına faydalı olur ve bu dengeyi yakalayamamış diğer insanların elinden tutabilir.

Biyolojik duyu organlarımızın sınırları fizikokimyevî ölçü ve birimlerle belirlenir. Mânevî hayatımıza ait ruhumuzun sınırları ise iman, ahlâk ve beşerî değerlerle çizilerek düzenlenir. Beden ve ceset insanının, bütün bir hayat boyu, cismanî arzularına takılıp, nefsanî isteklerini yaşamasına mukabil ruh insanı, irfanla derinleşen, imanla yücelme sırrını keşfeden ve ruhanî zevkleriyle cennetleri gönlünde duyan ve yaşayan başyüce bir insandır.

İdeal insan; Kur’ân’ın “Andolsun, insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4) ilâhî beyanı ışığında, cismaniyeti ve ruhu itibarıyla belirlenmiş sınırlar içinde yaratıldığını bilir, ebedî mutluluğun da bu fânî dünyadaki belirlenen sınırlarda kalma ile mümkün olduğunun şuurundadır. Bu şuuru kazanmak için duyularımızın ve metabolizmamızın ölçülerinin ne büyük bir nimet olduğunun farkında olarak mazhar olduğumuz nimetlere şükretmek çok önde gelen ayrı bir nimet değil mi?

Kaynaklar

 

[1] Sevk-i İlâhi – Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Sohbetleri

[2] Wyszecki, G., Stiles, W.S. (2000): Color Science: Concepts and Methods, Quantitative Data and Formulae, 2nd Edition. J. Wiley. ISBN: 978-0-471-39918-6

[3] Evolution of the vertebrate eye: opsins, photoreceptors, retina and eye cup – PubMed

[4] https://e-hausaufgaben.de/Referate/D4056-Referat-Biologie-Gehoer-Mensch Erkrankungen.php?utm_source=chatgpt.com

[5] Lubner, R.J., Kondamuri, N.S., Knoll, R.M., Ward, B.K. et al. (2020): Review of Audiovestibular Symptoms Following Exposure to Acoustic and Electromagnetic Energy Outside Conventional Human Hearing. Frontiers Neurol. Apr 28;11:234.

[6] https://nmoer.pressbooks.pub/swallowingdisorders/chapter/taste-receptors/?utm_source=chatgpt.com

[7] https://www.verywellhealth.com/taste-buds-anatomy-5093108?utm_source=chatgpt.com

[8] Su, N., Ching, V., Grushka, M. (2013): Taste disorders: a review. Review J Can Dent Assoc.79:d86.

[9] Hummel, T., Power Guerra, N., Gunder, N., Hähner, A., Menzel, S. (2023): Olfactory Function and Olfactory Disorders. Laryngorhinootologie, May;102(S 01): s.67-S92.

[10] Herz, R. S. (2016): Der Einfluss von Gerüchen auf Emotionen, Gedächtnis und Verhalten.

[11] Löffler, G., & Petrides, P. E. (2013): Biochemie und Pathobiochemie. 8. Auflage, Springer Verlag.

 

 

 

 

 

 

Bu yazıyı paylaş