Ben, ilkokuldan sonra köyümüzdeki Kur’an Kursunda Kur’an’ı öğrenmiştim. Daha sonra 1960’ta İzmir’in Kemeraltı semtinde bulunan, “İmam-Hatip ve İlahiyata Talebe Yetiştirme Derneği”ne bağlı bir öğrenci yurduna gittim. Tarihî Kestanepazarı Camii meşrutasında bulunan bu müessesede o zamanlar Arapça, Hadis, Tefsir, Tecvid, Tâlim vs. dersleri verilirdi. Ayrıca orası resmî bir Kur’an Kursu idi. Zaten biz ne öğrenmişsek oradan öğrendik ki, biz oraya “Kestanepazarı Üniversitesi” derdik.
İzmir’in tarihî ve manevî dokusunda derin izler bırakan bu mekânın önemli şahsiyetlerinden birisi de hiç şüphesiz Hâfız İbrahim Kılıç hocamızdı.
Doğumu ve Eğitimi
Hâfız İbrahim Kılıç hocamız, 1 Ocak 1903 yılında Antalya, Akseki’de doğmuştur. Buranın eski adı Marla’dır. Bunun “Dîvânü Lugâti’t-Türk” sözlüğündeki anlamı “Yüksek Ulemalar Diyarı” olup o dönemin önemli ilmiye merkezlerindendir. Adları, Sarveliler, Mecidiye, Hacı Osman Efendi (Sarıhacılar) gibi talebe okutan medreseler en çok bilinenleridir. İbrahim hocamızın hangi medresede eğitim aldığını tam bilmiyoruz. Ancak, baba adı Osman olması itibarıyla muhtemelen Hacı Osman Efendi Medresesi olmalı. Dolayısıyla ilmî bir geleneğe sahip bir ailenin çocuğu olan İbrahim hocamız çocukluk yıllarından itibaren Kur’an’a gönül vermiş, hâfızlık eğitimini tamamladıktan sonra da ilim yolculuğunu sürdürmüş ve İzmir’e yerleşmiştir.
İzmir’de yaşadığı dönemde meşhur Menemen hadisesi vuku bulmuş. Bu yüzden onu da bir şakî gibi trene bindirip mahkemeye götürürlerken trenden atlayarak kaçmış ve böylece kendisini yanlış bir ithamdan kurtarmış. Bu dramatik hadise, onun hayatının dönüm noktalarından biri olup inancındaki samimiyeti ve cesareti göstermesi bakımından da önemlidir.
Onun hayatında takva ve istikamet en belirgin özelliklerdendi. Camiye gelirken yolun bir bölümünü otobüsle gelir, diğer kısmını ise elinde bir değnek; gözünü haramdan sakınmak için başını öne eğerek yürür ve sokakların kalabalığına karışmadan sessizce gelirdi.
İbrahim Hocamız, Kestanepazarı’nda hatiplik görevini yürütmenin yanında, tecvid ve talim hocası olarak talebelerin Kur’ân-ı Kerîm’i en güzel şekilde öğrenmeleri için gayret gösterirdi. Güzel ve etkileyici sesiyle okuduğu hutbeler, cemaat üzerinde derin izler bırakır, hutbenin sonunda Resûlullah Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu beyitle methederdi:
“Belağa’l-ûlâ bi-kemâlihî (O’nun -sallallâhu aleyhi ve sellem- Kemâliyle en yüce dereceye ulaştı.)
Keşefe’d-dücâ bi-cemâlihî (Cemâliyle karanlıklar aydınlığa kavuştu.)
Hasünet cemî’u hısâlihî (Zatça bütün hasletleri güzeldir kesin.)
Sallû aleyhi ve âlihî (Allah’ın rahmeti O’na ve Âl-i Beytine olsun deyin.)”
O bu beyitleri okurken, içtenliği ve ihlasıyla cemaati duygulandırır, camide manevi bir havanın esmesine sebep olurdu.
İbrahim Hocamızın talebelerine karşı tavrı hem ciddiyet hem de şefkat yüklüydü. Başarısız olan öğrencilere bazen “Şapili” diyerek latife yapardı. Kendisine bir gün “Şapili” ne demek diye sorduğumuzda, gülümseyerek, “Kulaklarını şıpıldatan işlek sıpası demek.” dedi.
Bu kursun öğrencileri, yaz döneminde zaman zaman Aşağı Şakran Köyü’ne kampa götürülürdü. Bu köyün camii tam denizin kıyısındaydı. Burada öğleye kadar ders okunur, ardından hep birlikte denize girilirdi. Orada İbrahim Hocamız ilk defa denize girdiğinde suyun kaldırma kuvvetine hayret etmiş ve kendine has şivesiyle: “Hikmetullah, Allah Allah! Kaldereyoo, Kaldereyoo…” diyerek hayranlığını dile getirmişti. Daha sonra bu söz, öğrenciler arasında uzun süre latife konusu olmuştu.
İbrahim Hoca’nın Rüyası
Bu zât aynı zamanda kalp ehli, feraset sahibi biriydi. Onun ferasetine dair en çarpıcı örneklerden biri, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin İzmir’e tayininden kısa bir süre önce gördüğü rüyadır. Rüyasında Ege Ovası susuzluktan yanmaktadır. Dereler, çaylar kurumuş, otlar gazele dönmüş, Rahmetin parmak uçları kuyular, kovalar, kırbalar susuzluktan kurumuştur. Hayvanlar aç, susuz bağrışmakta olup çobanlar çaresizlikten kıvranmaktadır. Adeta “yer demir gök bakır” bir vaziyette iken birden önlerindeki dereye su gelir. Hayvanlar suya doğru koşuşunca çobanlar engel olurlar. O anda İbrahim Hoca çobanlara; “Bırakın da hayvanlar su içsin!” der. Ancak onlar “İzin yok hocam!” derler. Sonra derenin çevresi yavaş yavaş yeşillenmeye başlar. Otlar yeşerip her taraf çemenzara dönünce çobanlar “İzin çıktı! İzin çıktı!” diye bağırmaya başlarlar. O anda İbrahim Hoca, “Bu su nereden geliyor?” diye sorar. Onlar da “Erzurum’dan.”[1] derler.
Bu rüyadan iki ay sonra Hocaefendi İzmir’e, Ege Bölge Gezici Vaizi olarak atandı. Aynı zamanda Kestanepazarı’ndaki Kur’an Kursu, İmam-Hatip ve İlahiyata Talebe Yetiştirme Derneğine de müdür tayin edildi.
Normalde vaizler, Kestanepazarı’nda vaaz kürsüsünde konuşmalarını yapar, ardından da İbrahim Hocamız hutbeyi okurdu. Hocaefendi cuma günü vaazını verdikten sonra aynı minval üzere İbrahim Hocamız yine hutbeyi okudu. Namazın hemen bitiminde “Yeni vaizimiz nereli?” diye sordu. “Erzurumlu!” cevabını alınca, hayretle “Rüyam gerçekleşti!”diyerek tebessüm etti. Hocaefendi’ye çok hayranlığı olan bu insan, ondan sonra “Bu işin ehli geldi” düşüncesiyle sanırım bir daha hutbeye çıkmadı.
Mehmet Ali Şengül Hocamızın da onunla ilgili şöyle bir hatırası vardı. Kendisi, Denizli’de hâfızlığını bitirmiş. Yaşı geçmiş olmasından dolayı dışarıdan imtihan verip İmam-Hatip Okulunu bitirmek için Kestanepazarı’na gelmiş. Fakat bu arada askerliği geldiği için askere gitmiş. Terhis olduktan sonra geri geldiğinde, bakar ki hâlâ ismi silinmemiş, kaldığı yerden devam etmiş. Müezzinliği Yaşar Tunagür Hocamız zamanında o yaparmış. Ancak o döndüğünde Yaşar Hocamızın yerine Hocaefendi gelmişti. Henüz Hocaefendi ile tanışmadan onun Türk Ocağında verdiği “Kur’an ve İlim” konferansını dinlemiş. Orada Hocaefendi’ye hayran olup şöyle dua etmiş: “Allah’ım ölünceye kadar bu zatla beraber bana hizmet etme fırsatı lütfeyle!” Meselenin bundan sonrasını ise M. Ali Hocamız şöyle anlatıyor: “Bir cuma günü İbrahim Hocamızla imam odasında otururken bir talebe geldi ve ‘İbrahim Hocam, Fethullah Hocam çok rahatsız, hutbeyi sizin okumanızı söyledi.’ dedi. İbrahim Hoca da bana, ‘Hâfızım varken bu işler bize düşmez, hem biz yaşlandık, minberin merdivenlerinden düşeriz.’ dedi. Ben, ‘Hocam hazır değilim, çıkamam!’ dedim. Bana ‘Biz sizi böyle diyesiniz diye mi yetiştirdik.’ deyince mecbur kaldım. Bir de baktım Hocaefendi başını sarmış müezzin mahfilinde. Çok sıkılsam da hutbeyi okudum. Namazdan sonra Hocaefendi beni tahta kulübeye çağırdı. O vesileyle Hocaefendi ile tanışmış oldum.”[2]
O dönemin talebelerinden Halil Mezik hocamızın İbrahim Hocamızla alakalı bir hatırası da şöyle: Hocaefendi 1966 baharında Kestanepazarı’na geldiği zaman bütün talebeler kendisine kuşkuyla bakarlar. Çünkü Hocaefendi o zaman henüz 27 yaşında ve diğer hocalara göre çok genç. Ancak yaşı genç olmasına rağmen kendisine saygı uyandıracak 60-70’lik büyük zatların vakar, ciddiyet ve heybeti vardı. Bundan sonrasını Halil Hoca şöyle anlatıyor: “Kestanepazarı Camii’nin imamı İbrahim Kılıç Efendi bir gün bize; ‘Bu yeni hocada ben bir şeyler seziyorum, onun hakkında tavsiye mektubu da aldım.’ dedi. Bu mektubu Yaşar Tunagür Hoca, İbrahim Hoca’ya göndermiş. Mektubunda ‘Size öyle bir hoca gönderiyorum ki o adam devrin sahabesidir.’ demiş. İbrahim Hoca hem o mektuptaki ifadelerden hem de Hocaefendi’nin takvasından elde ettiği malumatla ondaki cevheri fark etmiş olacak ki yavaş yavaş tavsiyelerde bulunarak bizi Hocaefendi’ye yaklaştırmaya başladı. Tabiî çocuk olduğumuz için pek de meselenin ehemmiyetini anlayamıyorduk. Ancak bir müddet sonra Hocaefendi tehzib-i ahlâk dersleri vermeye başlayınca onu sevmeye ve ona ilgi duymaya başladık.”[3]
Besmelesiz Et Meselesi
Kestanepazarı talebe hizmetlerinde Hocaefendi geldikten sonra gözle görülür bir farklılık oluşmaya başlamıştı. Bu durumda gıpta ile hem-hudut olan çekememezlik işin içine girdi ve bazı kimselerde rahatsızlık başladı. Besmelesiz kesilen etler konusunda gösterilen hassasiyet bile tartışma konusu yapılmış, hutbelerde Hocaefendi’ye saldıranlar olmuştu.
Hâlbuki Hocaefendi, İzmir Mezbahanesine bizatihi giderek gözlem yapmış ve hayvanların kesilmesinde Besmeleçekilmediğini görmüş. Onun için Kestanepazarı’nın yurt idaresine, “Bu talebelerimiz yarın millete İslamiyet’in rehberliğini yapacaklar, bunlara Besmelesiz et yedirmek çok yanlış. Biliyorsunuz, ben öğrencinin yemeğinden yemiyor, yemekhaneye gitmiyorum. Yani ben helal eti kendim için istemiyorum. Bana izin verin, ben Besmele ile keseyim, mutfağa teslim edeyim.” dedi. Bu mevzuyu ele alan muhalif cepheden bir imam Cuma hutbesinde; “Besmeleli mi, Besmelesiz mi demeye gerek yok sen önüne gelen eti Bismillah der, yersin. Kestanepazarı’ndaki bu yeni hoca, bunları nerden çıkarıyor anlamadım.” diyerek yakışıksız ifadeler kullanmış. Oysaki Kur’ân-ı Kerîm; “Allah adına kesilmeyen (Besmelesiz kesilen) hayvanın etini yemeyin! Bu, Allah yolundan çıkmaktır, isyandır.” (En’âm, 6/121) âyetiyle bunu açıkça ifade ediyordu. İbrahim Hocaefendi bu durumdan büyük üzüntü duymuş, hatta bu sıkıntılar sebebiyle ellerini açarak Allah’a sığınmış. Onun bu üzüntüsü yüzünden olsa gerek, öbür Cuma Hocaefendi’ye saldıran imam, bu sefer İzmir Müftüsüne saldırmış. Bunun üzerine kendisinin İzmir’in bir kazasına, hatta oradan da bir köye tayin edildiğini öğrendik.
Aksekili olması itibarıyla, Kestanepazarı’ndaki bu derneğin Başkanı Ali Rıza Güven Amcamız, İbrahim Hocamızın hemşehrisiydi. Bu yüzden onunla ciddi ilgilenmiş ve İzmir Karabağlar’dan bir ev alınmasına vesile olmuştu. O zamanlar İbrahim Hocamız yalnızdı. Bir müddet sonra İzmir Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi, aslen Ürdünlü bir genç olan -ileride Yaşar Tunagür Hocamızın damadı olacak- Kâyid Ahmed el-Kâyid’le beraber kalmışlardı.
Evet, Hâfız İbrahim Hocamız, ömrünü Kur’an’a, talebelerine ve hizmete adamış bir şahsiyetti. Onun takvası, tevazusu ve feraseti, talebelerinin ve cemaatin hafızasında silinmez izler bıraktı. Mezik hocamızın da dediği gibi Kestanepazarı talebelerini Hocaefendi’ye yaklaştırarak hizmet neslinin de mayalanmasına vesile oldu. Ancak o da her fani gibi dünya yolculuğunu 19 Kasım 1978’de tamamlayarak dâr-ı bekâya gitti. Şayet fırsat bulup ziyaret etmek isteyen olursa mezarı İzmir Karabağlar Paşaköprü Kabristanı 20. adadadır. Allah rahmet eylesin, mekânı Firdevs olsun.
[1] Mehmet Ali Şengül, “Hatıralar Işığında Hayatım”, Süreyya Yay. 2024, s. 78.
[2] Şengül, a.g.e., s. 42.
[3] https://fgulen.com/tr/hayati-tr/asik-i-sadik-fethullah-gulen-hocaefendi/kestanepazarindan-insa-edilen-hizmet-yolu-1966-1970