Sırrın Sırrı

14 asır önce, ilk olarak O (sallallâhu aleyhi ve sellem) çıktı yola; yetim, öksüz ve bir avuç kendine inanan insanla,

            Ondan yedi asır sonra, bir başkası takip etti yolunu, ayağında çarık ve kendine katılan 40 çadırla (temsilen öyle kabul edilir).

Sonra büyük okyanuslara yelken açan, on üçüncü asrın minaresindeki zattan, “Zaman, iman kurtarma zamanıdır!”çağrısını işitiyoruz ve bu çağrı cevapsız kalmıyor. Bu defa Anadolu’dan sarıklı bir genç çıkıyor; içi kitap dolu tahta bir bavulla ve yine aynı duygularla…

            Yürüdüler, yürüdüler, yürüdüler içlerindeki imanla muştulu ufka!

            Yaklaşık bir elin parmakları kadar sahabe ile başlayan, insanlara faydalı olma; ırk, dil, din gözetmeden onlara hizmet etme, insanların mutluluğu için koşturma, temel hak ve hürriyetlerin temini için çalışma, kadın haklarını teslim edip eşitlik ilkesini öne çıkarma gibi insanlığın ulvî değerleri için gayret gösterdiler. O mübarek milletin ihlas ve samimiyetlerinin sonucu olarak -lütf-u İlâhi ile- üç kıtada yedi asır nasıl gönülleri fethettiklerini gördük.

            Yaklaşık 40 çadır ile başlayan, ihlas ve samimiyet temsilcisi olarak sancağı, bu defa şanlı ecdadımızın devraldığını, yine üç kıtada nasıl gönülleri fethedip hak ve hakikate tercüman olduklarını gördük.

 Günümüzde ise bir zamanlar beş-on ışık evle yola çıkan ihlas ve samimiyet temsilcilerini yine gönülleri fethetme sevdasıyla mesafeler katederken görüyoruz. Bu defa temsilcileri her milletten. Yine insanların mutluluğu için koşma, onlara faydalı olabilme, ırk, dil, din ayrımı gözetmeme, temel insan haklarına sahip olabilme ve özgürce yaşayabilme, insanlar arasında gerçek kardeşliğin teminine katkı sağlama… Bütün bu ulvî değerler için koştururken hiçbir maddî çıkar ve ücret beklememe temel ilkeleri.

Bu üç dönemdeki başarının “sırrı”; kutlu yola çıkanlardaki ihlas, samimiyet, takva, fedakârlık ve kurbiyet idi.

“Sırrın sırrı” ise, Yüce Yaratıcı’nın, Olmayanı Olduran’ın, Rahmeti Sonsuz’un (celle celâluhu) bu kullarına, bu bereketi, bu güzellikleri, bu neticeleri lütfetmesinden başka bir şey değil.

Son dönemde bu fedakârlıklar neden çok hüsnükabul gördü?

Asya’dan bir manzara; Sibirya steplerinin soğuk havasında, duvarları buz tutan evlerin birinde, bir ninemizin, rüyasında Peygamber Efendimizi (sallallâhu aleyhi ve sellem) görmesi ve O’nun, oralara kardeşlerinin geleceğini söyleyip onlara bir şeyler örmesini istemesi. Bin bir zorluklarla oralara gelen o kardeşlerin de yollarının bir şekilde o ninenin evine düşmesi. Kaç asır sonra o topraklara gelen gençlerin, yıllardır kendilerine örülen çorap gibi örgüleri görünce çok şaşırmaları.

Afrika’da; küçük çocuğun, okul çıkışı eve koşturarak gelip, “Anne, bugün ‘beyaz adam’ başımı okşadı!” diye sevinmesi ve bu defa ülkelerine gelen yeni simaların, topraklarında gözü olmayan, tebessümlerinde ise gerçek birer anne baba şefkatini gördükleri insanlar olmaları; göz ameliyatları, yıllardır çekilen susuzluklara açılan kuyularla son verilmesi, her şeyden öte kendi ülkelerinde güzel bir okul eğitimi almaları, uluslararası ödüller kazanmaları…

Amerika’da; yetkililerin, “Çocuklarımıza biz o kadar anlatıyoruz, nasihat ediyoruz, zararlarını sayıyoruz fakat bizi bir nebze olsun dinlemiyorlar da siz anlatınca nasıl böyle kötü alışkanlıklarını bırakıyorlar hem büyüklerine saygı göstermeye başlıyorlar hem de birer melek sıfatına bürünüyorlar?” sorularının, oralarda da insanlığa hizmetin ne kadar çok kabul gördüğünü gösteriyor.

Avrupa’da; göçen insanlarımızın, kültür farklılıklarından dolayı çocuklarını, hele hele torunlarını artık tanıyamaz hâle gelmeleri ile hem kendi milletine hem yaşadığı ülkenin insanlarına yabancılaşmaları sonucu, onların topluma kazandırılmaları ihtiyacına en güzel cevabı yine bu fedakâr insanların verdiğini görüyoruz.

Anadolu’dan çıkan, göl üzerindeki nilüfer çiçekleri gibi bağrını kim olursa olsun herkese açarak dünya sörfüne çıkan ve bütün milletlerce hüsnükabul gören bu nazenin insanlara daha fazla dayanamayan kem gözler kararıp, kıskanç kalbler kinlenerek bu pırıl pırıl akan, sızıntıdan çağlayana dönüşen gönül ırmaklarını bulandırmaya çalıştılar. Hikmetini bilmiyoruz, fakat belki de şimdi çağlayanlar da okyanuslara dönüşecek. Bu sıkıntılardan hemen sonra, geminin sahte yolcuları, ambara dadanan fareler gibi ilk dalgada gemiyi terk ettikleri için şu anda son limana kadar gidecek biletli yolcular kaldı sadece. Bu büyük sefine, rüzgârını da aldığı için dünya turnesine, kaldığı yerden, aynen devam etmektedir.

Bu insanların nedir özellikleri ki insanlığa hizmet mayası her yerde tutuyor?

Kendileri için değil başkaları için yaşıyorlar,

Başkalarının mutlu olmasıyla mutlu oluyorlar,

Sadece dünya için değil, ahiret yörüngeli yaşıyorlar,

Her çeşit insan ve her çeşit milletle diyalog kuruyorlar,

Hiçbir maddî çıkar beklemiyorlar,

İnsanların unutmaya yüz tuttuğu; doğruluk, dürüstlük, güzel ahlak, herkese eşit gözle bakma, saygı, sevgi, ihtiyaç sahiplerinin yardımına koşma.. gibi güzel vasıfları üzerlerinde taşıyorlar.

İşte bu derece iyiliğin, tüm dünyanın sevgisine mazhar olmanın karşılığı, maalesef Hazreti Yusuf’un kardeşlerinde olduğu gibi, yakınında sandıklarının içlerine attıkları yılların kıskançlığıyla, hiç beklemediğin bir anda seni kuyuya atmalarıyla ortaya çıkabiliyor.

Onlara verilecek cevaplar var elbette:

 “Darbe!” diyorlar, “İftira!” diyoruz,

“Hain!” diyorlar, “Kalblerimiz mutmain.” diyoruz,

“Terörist!” diyorlar, “İstiğfar”a davet ediyoruz,

“Yalancı!” diyorlar, “Hâşâ ve kellâ!” diyoruz,

“Kafir!” diyorlar, “Kendilerine geri döner.” diyoruz,

“Kitapsız!” diyorlar, “Kimse gitmesin inançsız!” diyoruz,

“Topuz!” diyorlar, “Nur!” diyoruz,

“İşkence!” ediyorlar, “Hesabı veremezsiniz ‘Büyük Gün’ gelince!” diyoruz,

“Müebbet!” veriyorlar, “Yine de muhabbet!” diyoruz.

Hâlbuki bizde; kin, nefret, intikam, hırs, hasetlik yok: Biz sadece size üzülüyoruz.

Habil-Kabil hadisesi yeniden yaşanıyor. Dünya şahit ki Allah (celle celâluhu), bizim kurbanımızı kabul etti ve rahmetini bol bol gösterdi. Siz göğsümüze vurdukça da göğsümüz genişliyor ve son olarak diyoruz ki: “Ey hasetlikleri ruhlarına işlemiş kardeşlerimiz, siz bizleri hapislere atma değil, öldürecek bile olsanız, biz size el kaldıracak değiliz!”

 Geçmiş geçti gitti, gelecek ise eli kulağında.

Bu yazıyı paylaş