Çiçek Bahçesi

Genç kadın, kucağında yeni doğmuş bebeğiyle hapishaneye girmişti. Hapishanedekiler, oturdukları yerden kalkıp yeni doğmuş bebeği görmeye gitmişlerdi. Aralarında en yaşlı olanı, bebeği annesinden alıp kucaklamış ve “Ne kadar da tatlı bir bebek bu!” demişti. Daha sonra “Bir parmak yavrucağızın ne işi var hapishanede? Henüz yeni doğmuş. Onun için temizlik çok önemli ama hapishane ne kadar temiz olabilir ki?” diye içinden geçirmişti. Oysa bebeğin annesinin hapisten çıkması için daha altı yılı vardı. Eşi de kendisi gibi hapisteydi ve onu verebilecek kimseleri yoktu.

Uzun bir aradan sonra sayması kolay ancak yaşaması çok ama çok zor olan koca beş yıl geçmiş ve küçük kız da artık beş yaşını doldurmuştu. Bu beş yılı hep hapishanede geçirdiği için hiç kendi yaşıtlarıyla oynayamamıştı. Evi bildiği hapishanede sadece yetişkinler vardı. Bebekliğinden beri -günde verilen birkaç saatlik bahçe izni haricinde- havasız ve küf kokulu koğuşlarda, temiz havaya ve güneş ışığına muhtaç olarak yaşadığı için bünyesi oldukça zayıf ve dirençsizdi. Dolayısıyla genelde hastaydı. İyileşiyordu ama kısa bir süre sonra tekrar hastalanıyordu.

Güneşe hasret, bembeyaz bir tene sahip olan bu dünyalar tatlısı küçük kız, bir sabah yine kendisini çok kötü hissetmişti. O kadar kötüydü ki gözlerini açmaya bile mecali yoktu. Ateşi çok yükselmiş, âdeta alevler içinde yanıyordu. Annesi, kızının durumunu müdüre haber vermeleri ve kendilerini revire götürmeleri için kapıdaki gardiyanlara, sözleri hıçkırıklar arasında boğumlanarak yalvardı. Gardiyanlar, kadıncağızın saatlerce yalvarması üzerine dayanamayıp durumu hapishane müdürüne ilettiler. Yarım saat sonra bir şekilde revire gitmelerine izin verildi.

Gardiyanlar, sanki yüz yıl önce kilitlenmiş gibi duran metal kapının kilidini ağır ağır açtılar ve küçük kızla annesini revire götürdüler. Revirdeki doktor, hapishanede görev yapmaktan iyice bunalmış vaziyette kendi kendine düşünüp söyleniyordu: “Onların bir vukuatı olmasa buraya gelmezlerdi ama ben tıp fakültesini bitirdim. Aksi gibi hapishaneye tayin edildim. Sanki başka bir yer mi yok? Benim ne eksiğim var? Ne işim var bu lanet olası yerde?”

O sırada küçük kız ve annesinin içeri girmesiyle birlikte daldığı düşüncelerden sıyrıldı. Küçük kızın annesine, hiç konuşmadan muayene yatağını gösterdi. Anne, baygın düşmüş biricik kızını yatağa yatırınca umursamaz tavırlar içinde hastanın yanına yaklaştı ve muayene etmeye başladı. Sonra endişeli bir şekilde başını anneye doğru çevirdi ve ufaklığın durumunun çok kötü olduğunu, acilen hastaneye kaldırılması gerektiğini söyledi. Ardından masasına dönerek hastaneye sevk için gerekli olan belgeleri doldurdu.

Hastane müdürü, önce kabul etmek istemese de ufaklığın başına bir şey geldiği takdirde sosyal medyada haber olabileceğini ve görevinden alınabileceğini düşünerek mecburen hastaneye sevk için gereken belgeleri imzaladı. Fakat kızcağızın annesinin de refakatçi olarak hastaneye gitmesine onay vermedi.

Küçük kız hastaneye kaldırıldığında baygın durumdaydı. Annesinden ayrılmış ve yalnız başına kalmıştı. Minik bedenine hemen damar yolu açılmış ve solunum ünitesine bağlanmıştı. Bu zayıf bünyenin hemen her yerinde kablolar, hortumlar göze çarpıyordu.

Hastane yönetimi ve avukatlar devreye girerek anne ve babanın, yaşaması imkânsız gibi görünen yavrularını -son bir kez olsun- görmeleri için seferber olmuşlardı. Ancak taş kesilen vicdanlar süreci uzattıkça uzatmışlar, anne ve babasını -bırakın tahliye etmeyi- hastaneye gitmelerine bile izin vermemişlerdi. Olay, sosyal medyada gündem olunca binlerce mesaj atılmış; Asya’dan Avrupa’ya, Afrika’dan Amerika’ya kadar birçok yerden destek açıklamaları gelmişti. Ne var ki savcıların ve hâkimlerin taşlaşmış kalpleri nedense bir türlü yumuşamamıştı.

Bu arada minik kızın durumu iyice ağırlaştı. Hastane yönetimi, bir heyet raporu ile savcılığı bilgilendirip hastayı her an kaybedebileceklerini duyurdular. Nihayet savcılık tarafından, genç anne ve baba için beşer saatlik bir ziyaret izni verildi. Genç çift, bileklerinde kelepçelerle birlikte hastaneye getirildi. Minik kız, yoğun bakım ünitesinde olduğundan oraya götürüldüler.

Kızcağızın anne ve babası, yıllar sonra polislerin arasında birbirlerini görmüşlerdi. Âdeta gözleriyle buluşmuşlar ve büyük bir hasretle birbirlerine bakışlarıyla sarılmışlardı. Önce baba, bir şeyler söylemek istedi ancak gözlerini eşinden kaçırarak yutkundu ve duvara doğru dönerek sessizce ağlamaya başladı. Aynı anda anne de ağlamaya başladı. Bu duygusal ortamı polisin sert sesi bozdu ve “Kızınızın yanına girebilirsiniz!” dedi. Bu arada kendine göre bir jest de yapmış, polislere kelepçelerin çözülmesini işaret etmişti. Eşler, kelepçeleri çözüldükten sonra birlikte kızlarının odasına gittiler.

Anne ve baba, zavallı kızlarını tahmin ettiklerinden daha kötü bir hâlde buldular. Genç kadının sözleri boğazında düğümlendi ve ağlar vaziyette, “Biricik kızım, bu dünyada yaşamaya kötü başladı ve kötü bitirecek.” dedi. Eşi, onun elini tutarak “Can çıkmadan ümit kesilmez. Allah istediğine şifa verir. O’na hiçbir şey ama hiçbir şey zor gelmez. Biricik yavrumuz, belki bu dünyada mutlu olamamış olabilir. Belki çocukluğunu yaşayamamış olabilir ama şunu bilmeli ki eğer Rabb’imiz dilerse şifa verir, dilerse de bu dünyadan binlerce kez daha hayırlı bir makama kavuşturur. Gideceği yerde de daha çok mutlu olur.” dedi. Yavrularını son kez ağlaya ağlaya seyrettiler, saçlarını okşadılar, ona son defa dokundular ve doktorların izniyle son defa yanağından öptüler.

Ne yazık ki sayılı saatler çabuk bitmiş, her ikisinin de beş saatlik izin süreleri dolmuştu. Bedenlerinden başka âdeta her şeylerini hastanede, biricik yavrularının yanında bırakmışlar ve bileklerine kelepçe vurularak hapishaneye tekrar götürülmüşlerdi. Artık onlar için olanı biteni Allah’a havale etmekten ve sabretmekten başka bir yol kalmamıştı.

Küçük kız ise bilinçsizce yatağında yatıyordu. Ancak o gün yani uzun günlerden sonra ilk defa kendini iyi hissetmişti. Yattığı yatağın yanında bir pencere görünce ayağa kalkıp oraya doğru bakmaya başlamış ve gördüğü manzara karşısında büyülenmişti. Çünkü aşağıda görünen bahçe, hayatında hiç görmediği sadece hapishanedeki ablalarından ve teyzelerinden duyduğu çiçeklerle doluydu. Onlara hayran hayran bakıyor ve içini tarif edilmez bir sevinç ve heyecan dolduruyordu.

Tam bu sırada odaya inanılmaz derecede güzel, yüzü ışıl ışıl parlayan ve her hâliyle güven veren genç bir adam girmişti. Genç adam, küçük kızın yanına giderek “Dışarıdaki çiçekler ne kadar güzeller değil mi? Onları daha önce hiç görmemiş olmalısın.” demişti. Küçük kız da başını sallayarak onayladıktan sonra genç adama, “Ben, onları yakından göremez miyim? Beni onların yanına götürür müsünüz?” diye sormuştu.

Genç adam, yavrucağıza elini uzatarak “Eğer elimi tutarsan seni onların yanına götürürüm.” deyince kızcağızın gözleri kocaman parlamış ve genç adama, “Gerçekten mi?” diye sormuştu. Genç adam, “Evet!” anlamında başını sallayınca o da minik elleriyle adamın elini tutmuştu. İşte o anda içini tarifsiz bir sevinç ve huzur kaplamıştı. Ayakları âdeta yerden kesilmiş, uçuyor gibiydi. Sonra odadan çıkmışlar ve birlikte aşağıya inmişlerdi.

Çiçeklerin olduğu yere geldiklerinde küçük kız genç adama, “Amca, biliyor musun? Sen, gerçekten çok iyi bir insansın. Keşke anne ve babam da burada olsalardı. Onlar da seninle tanışıp burayı görselerdi.” demişti. Genç adam ise “Merak etme! Vakti geldiğinde senin için onlarla tanışmaya gideceğim. İnşallah onlar da bu güzel bahçeye ve seni görmeye gelecekler. Bu bahçenin sahibi öyle merhametlidir ki seni tekrar hapishaneye göndermez. Onları senin yanına getirir ve burada hiç ayrılmadan yaşarsınız.” demiş ve ardından sadece tebessüm etmişti.

Küçük kız, o kadar saf ve temiz kalpliydi ki dünyadan uçup gittiğinden bile haberi olmamıştı.

Bu yazıyı paylaş