Merhabalar! Ben, Antarktika’nın sessiz derinliklerinde, bir buzdağının köşesine tutunmuş, belki milyonlarca yıl beklemiş bir buz parçasıyım. Özüme, içime bakarsanız bir sürü H2O molekülü görürsünüz; her bir molekülüm iki kutuplu olup, diğer H2O molekülüne sıkı sıkıya bağlanarak altıgen desenler oluştururuz. Biz buz kütleleri çok haşmetliyizdir. Hem sertiz hem dondurucuyuz hem de kocamanız. Kimse batıramaz dediğiniz en büyük, en güvendiğiniz gemilerinizi bile batırdığımızı tarihlerden bilirsiniz. Ben de işte öyle kocaman, sapasağlam, dimdik duran heybetli bir buz parçasıyım. Ama size bir şey itiraf etmem lazım. Yıllarca buz olarak yaşadığım Antarktika’da, içten içe, özümde hep endişeler taşıdım.
Kendi kendime sorardım: “Acaba güneş bana dokunup, beni eritip yok ederse?”, “Ya bir dalga beni parçalarsa?”, “Yahut hava ısınır ve ben şıp diye yok olursam?” Bu içimi kemiren düşünceler, endişeler, korkular bir türlü peşimi bırakmadı; oysaki dışarıdan ne kadar da güçlü gözüküyordum. Sonra bir gün bu korkuları, endişeleri taşıyamaz oldum ve sonunda tevekkül etmeye karar verdim. Acaba kendimi Güneş’e teslim etsem neler gelecekti başıma. Bir taraftan merak duygum ağır basıyordu, diğer taraftan da “Ya yok olursam!” endişemi engelleyemiyordum. Sonunda Güneş’e itimat edip teslim olmaya karar verdim.
Güneş’e teslim olur olmaz, ondaki enerji beni sarmaya başladı. Önce kocaman bir buz dağından minik bir parça olarak koptum. Bu benim için en zor olanıydı; yıllarca hareketsiz, sabit bir hâlde iken, birden kendimi bir okyanusta hareket ederken buldum. Bilinmezliğe doğru yol alıyordum. Ne yalan söyleyeyim, önce çok korktum. İçime dönüp moleküllerime bakınca ödüm koptu. Kendimi bildim bileli altıgen şekilde birbirine sıkı sıkıya bağlı duran H2O moleküllerim birden hareketlenmeye başlamıştı. Bu inanılır gibi değildi; sürekli, bir H2O molekülümdeki oksijen öbür H2O molekülümdeki hidrojene bağlanıyor, birazdan ondan kopuyor öbürüne bağlanıyordu. İçim kıpır kıpır olmuştu, bir anda canlanmış, hayat bulmuştum sanki; içimdeki fetâ* ruhunu hissetmeye başladım.
Ben hem içimdeki hem de dışımdaki bu tebeddül ile meşgulken, birden suyun üzerinde yüzdüğümün farkına vardım. Bu bana özel bir durumdu, çünkü öğrendiğime göre diğer maddelerin katı hâli, sıvı hâlinden daha yoğundu ve o yüzden de katı hâllerinde, sıvı ortamların içinde dibe batıyordu. Bense harika bir şekilde yüzebiliyordum. Bu farkındalık bir anda beni heyecanlandırdı. Etrafıma dikkatlice bakınca ne kadar da büyük bir su kütlesinin üzerinde olduğumu, okyanusta yol aldığımı fark ettim. Birden yine korkularım, endişelerim tekrarladı: “Eyvah ben ne yaptım böyle, buralarda fena bulup, yok olup gideceğim!” derken, yeniden teslim beni kucakladı ve Güneş’in tecellilerine kendimi bıraktım. İçimdeki moleküller giderek hızla hareket etmeye başladılar. Yavaş yavaş yok oluyordum sanki. Oysaki eridiğimin; bu erimenin beni bambaşka bir varlığa çıkaracağının hiç farkında değildim. Kendimi bırakıp, tagayyür etmenin zevkine vardığımda, suya dönüştüm. Buz olarak fena bulup, su olarak var olmuştum. Su olmak beni inanılmaz bir dünyaya açtı. Artık hareket edebiliyordum. Oradan oraya akıp duruyordum. Hiç hayal edemediğim muhteşem güzelliklerle tanıştım. Rüzgârların tetiklediği akıntılar hâlinde okyanusun derinliklerine yol aldım önce; bin bir türlü canlı, mercan, balık… Hepsine merhaba dedim, “Ben önceden buz kütlesi idim, sonra aczimi, fakrımı anlayıp Güneş’e teslim olduğumda sizlerle tanıştım. Ne kadar da güzelsiniz.” diye bağırmak istedim onlara.
Sonra yolum, dağlara düştü. İçindeki madenleri, üstündeki ormanları müşahede ettim. Bazen zorlu yollar da çıktı önüme; kayalıkların arasından incecik yollar buldum kendime. Şelale oldum, gürül gürül çağladım, ırmak oldum ovalarda yol aldım. Bu uzun yolculuğumda, kâinattaki kıymetimi öğrendim; ağacın da bitkinin de hayvanın da insanın da bana ihtiyacı vardı. Canlılık suya bağlıydı. Sonra kâinatın fihristi olan Kur’ân-ı Kerim’de “Canlı olan her şeyi de ‘su’dan meydana getirdik.” âyetini görünce ne kadar mühim bir konumda yaratıldığımı anladım (Enbiyâ, 21/30).
Ağaçlara yolum düştüğünde, yanımdaki su katresi arkadaşlarıma sordum: “Nasıl o kadar yükseğe çıkacağız, biz küçücük katreleriz ama ağaçlar çok yüksek?” diye. Arkadaşım bana gülerek baktı ve “Uhuvvet sırrıyla.” dedi. Bunu önce hiç anlamadım. Sonra ağacın köklerine ulaştık. İçerisi oldukça karanlıktı ama bendeki uhuvveti tecrübe etmenin merakı, karanlığı bile fark ettirmedi. Köklerin içinde H2O moleküllerimiz köklerin kenarlarına tutunarak yol alıyordu. Buna adhesion deniyormuş; bunu aslında daha önce de tecrübe etmiştim, o yüzden şaşırmadım. Ama sonra kılcal damarlardan yukarılara çıkıp en yüksekteki yaprakları beslememiz gerekti. İşte o zaman inanılmaz bir şey oldu: İçimdeki her bir molekülüm sanki birbirlerinin elinden tutup öbürlerini çekiyor gibi, muhteşem bir kardeşlikle hareket ediyorlardı. Önce biri adhesion kuvveti ile kılcala tutunuyordu, sonra da arkadaki arkadaşını yukarı doğru elinden tutup çekiyordu. Buna da cohesion deniyormuş. Böylece 120 metrelik Sequoia ağaçlarının tepelerine kadar tırmandık. Önce biraz yükseklikten korktum gibi oldu ama sonra ne kadar da muhteşem olduğunu fark ettim. İlk defa rüzgârı tam olarak hissettim. Gökyüzüne yakın olmanın keyfine vardım.
Ben küçük bir su damlası olarak yaprağın üzerinde durup manzaramdan zevk alırken, birden rüzgâr beni aşağıya itti ve pütür pütür bir meyvenin üzerine düşüverdim. Kırmızıydı, yere yakın yaprakları vardı; çilekti galiba. Orada da çok duramadım, küçük bir kız çocuğu gelip bu çileği kopardı ve ağzına attı. “Aman ya Rabbi!” dedim önce, “Eyvah, artık yok oluyorum!” Önce kapkaranlık bir yerdeydim ama muazzam döngüler vardı burada. Bir şeyler birbiri ile karışıyor, değişiyor, başkalaşıyordu ve sanki sahnenin sahibi biz su katreleriydik. Damarların içlerini gördüm; hayranlığım öyle bir arttı ki hayret ve heyman** yaşadım. Hücrelerin içlerine girdim. Hücre içi sistemlerin nasıl işlediğini tecrübe ettim; DNA’nın yazılımına, proteinlerin oluşumuna şahitlik ettim. Kendimin ne kadar da süper bir çözücü olduğumu tefekkür ettim. Tuzları, enzimleri, aminoasitleri hepsini çözebiliyordum. Sanki “Gel, ne olursan ol yine gel!” diyor; her şeyi kucaklıyor, içime alıyor ama kendi kokumu, rengimi değiştirmiyordum. İşte böyle, o minik kızın vücudundaki yolculuğum bana bambaşka dünyalar açtı ve şükürle doldum.
Ben tam bunları tecrübe ederken, yeni bir dünyanın daha bana açılacağının hiç farkında değildim. Minik kızın vücudunda bir miktar tuzu çözmüş şekilde tuz molekülleriyle birlikte yol alırken, birden bambaşka bir yere uğradı yolum: Küçük kızın gözyaşı kanallarına. Annesini bulamamış, korku ile dolmuştu. Daha küçücük bir çocuktu ve çaresiz bir şekilde ağlamaya başladı. Tabiî ben bunları, onun gözlerinden süzülen iki damla yaş olarak, vücudunun dışına çıktığımda idrak ettim. İnsanların duyguları ile tanıştırdı bu tecrübe beni ve onların duygularının bir parçası olmak da inanılmaz bir tecrübeydi. Sonra minik kız annesini bulduğunda, annesinin sevinç gözyaşlarına şahit oldum. Şefkatin ne kadar güçlü bir duygu olduğunu en derinden tefekkür ettim.
Küçük kızın gözyaşlarından sonraki yolculuğum yerde, minik bir su birikintisi olarak devam etti. “Artık yok oluyorum galiba.” diye düşündüm, “Evet, yolun sonuna geldik.” dedim kendi kendime. O sırada küçücük bir böcek gelip üzerimde yürümeye başladı. Yüzey gerilimimin bu kadar yüksek olması da bana ait bir özellikmiş. Mesela balın yüzey gerilimi çok yüksekmiş ama akışkanlığı çok azmış; dolayısıyla böcek bal üzerine yapışır ve yürüyemezken, ben hem akışkan hem de çok yüksek yüzey gerilimli olduğum için böceği kaldırabiliyordum. İnsanlar gerilim deyince biraz ürker, ama benim için bu özelliğimin ne kadar önemli olduğunu o minik böceğin üzerimde yürüyüp su içmesinden anladım.
Yolculuğum böyle devam ederken daha başka var olmaların da mümkün olduğunu duydum. Daha yolum varmış; önce su buharı olup göğe yükselmek, yepyeni dünyalara gitmek, oraları keşfetmek… Ama sonra yeniden kar tanesi veya yağmur damlası olarak yere dönmek… Seyr-i sulûkumda hürriyetin ilk safhasını tatmıştım, ama hürriyetin daha derinlikleri olduğunu bilmek beni heyecanlandırdı. Bakalım beni daha ne maceralar bekliyor.
___
* Fetâ; genç, yiğit, mert, cömert, açık kalpli, fütüvvet sahibi manalarına gelir. Tasavvufî anlamda ise, nefsinin hevâ ve hevesine karşı koyabilen, içindeki putları kırabilen kişidir.
** Heyman, içtikçe daha çok yanan, suya doymayan; aşk yüzünden deli ve kara sevdalı manalarına gelir. Tasavvuf erbabına göre heyman, âşık u sâlikin, ilâhî tecellîler karşısında hayret ve hayranlık içinde kendinden geçmesi hâlidir.