Ümmetin Emini Ebû Ubeyde b. Cerrâh

Ahlakın zirvesinde olan Efendimiz için Kur’ân, “Sen yüce bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 68/4) buyurur. Bize de seslenen Kur’ân-ı Kerim, O’nu kendimize rehber edinmemizi, örnek almamızı teşvik eder. (Ahzâb, 33/21). Fahr-i Âlem hayatıyla ahlakın en güzelini sergilemiş ve bizim için eşsiz bir örnek olmuştur. Onun yetiştirdiği çırakları hükmünde olan, “Benim ashabım yıldızlar gibidir.” buyurduğu sahabe efendilerimizde de bizim için çok güzel örnekler vardır. Bunlardan biri de “Ümmetin Emini” unvanını alan Ebû Ubeyde b. Cerrâh’tır.

Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın tam adı Âmir b. Abdullah bin Cerrâh’tır. Daha çok künyesi olan Ebû Ubeyde ile anılır ve babasına değil de dedesi Cerrâh’a nispet edilir. Efendimizin 10. batından dedesi Fihr’le soyu birleşir.[1] Hicretten yaklaşık 40 yıl önce dünyaya gelmiştir.[2] Efendimiz daha Daru’l-Erkam’a girmeden, yani İslam’ın ilk döneminde, Hazreti Ebû Bekir’in onu Efendimizle tanıştırması sayesinde Müslüman olmuştur.[3]

Kaynakların bildirdiğine göre, İslamiyet geldiğinde Mekke’de okuryazarların sayısı 15 kişi kadardı. Bunlardan biri de Ebû Ubeyde’ydi. Ayrıca ticaret, binicilik, ok atma ve kılıç kullanma gibi alanlarda yetişmiş, kavmin seçkin ve saygı duyulan bir ferdi idi. Müşrik babası, oğlunun Müslüman olduğunu duyduğu andan itibaren ona zulme başladı. Nihayet bu zulümler tahammül sınırlarını zorlayınca Habeşistan’a hicret eden kervana o da katıldı.[4]

Ebû Ubeyde, Allah Resûlü’nün sevimlilerindendi. Abdullah b. Şakîk’ten gelen bir rivayette bu husus şöyle anlatılır: “Hazreti Aişe’ye ‘Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimize en sevimli olan sahabiler kimlerdi?’ diye sordum. ‘Ebû Bekir’ dedi. ‘Sonra kim?’ diye sordum. ‘Ömer’ dedi. ‘Sonra kim?’ diye sordum. ‘Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ dedi. ‘Sonra kim?’ diye sordum. Sustu.”[5]

Bu sevgiyi hak edecek neler yapmıştı Ebû Ubeyde?

Resûlullah aşığıydı Ebû Ubeyde. İslam’la tanıştığı günden itibaren daima Efendimizin yanında yerini almıştı. O’na bir zararın dokunmasına asla tahammül edemezdi. Uhud günü yaşanan hengâmede, Utbe b. Ebî Vakkâs isimli bir müşriğin attığı taşla Efendimizin sağ alt ön dişinin bir kısmı kırılmış ve alt dudağı yarılmıştı. Öte yandan Resulullah Efendimizin canına kasteden İbn Kamîe adlı müşrik, Efendimizin yanına kadar sokulmuş ve miğferini sert bir kılıç darbesiyle parçalamıştı. Parçalanan miğferin iki demir halkası Allah Resûlü’nün mübarek yanaklarına saplanmıştı. Efendimizi kanlar içinde gören Ebû Ubeyde, halkaları eliyle çıkarmanın Efendimiz’in canını daha fazla yakacağını düşünerek dişleriyle onları çıkarmayı düşündü. Efendimiz yere uzanmıştı. Ebû Ubeyde hemen başucunda diz üstü çökerek önce sağ yanağındaki halkaları dişleriyle sıkıca kavrayıp hızlıca çekti. Halka kurtulmuştu, ancak Ebû Ubeyde’nin ön dişlerinden biri de halkayla birlikte yere düşmüştü. Ebû Ubeyde çıkardığı halkayı bir tarafa bıraktı. Yüzündeki kanları sildi. Bu hâli gören Hazreti Ebû Bekir dayanamadı ve ikinci halkayı çıkarma işlemini kendisine bırakmasını istedi. Ancak Ebû Ubeyde müsaade etmedi. Bu kez Efendimizin sol yanağındaki halkaya yöneldi. Onu da dişleriyle sıkıca kavradı; tek hamlede ve hızlı bir şekilde çıkardı. Bu sefer de diğer ön dişini kaybetmişti. Kırılan iki dişi sebebiyle ağzından kanlar boşalan Ebû Ubeyde, bir yandan Allah Resûlü’nün durumuna gözyaşı döküyor, diğer yandan da yüzündeki kanları siliyordu. O günden itibaren Ebû Ubeyde ön dişleri olmadan hayatına devam etti.[6] Bu sebeple o, Kur’ân okurken ve konuşurken bazı harfleri çıkaramazdı. Araplar, ön dişleri olmadığı için “hetem” dedikleri kimselerle alay ederlerdi. Ancak Ebû Ubeyde bu sebeple hiç kimse tarafından hafife alınmadı. Hatta Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) onun için “O hetemlerin en güzelidir.”[7] derdi.

Emindi Hazreti Ebû Ubeyde. İnsanların En Emini (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Her ümmetin bir emini vardır. Bu ümmetin emini de Ubû Ubeyde’dir.” buyurmuştu.[8] Yemen ahalisinin kendilerine Kur’ân’ı öğretecek birilerini istediklerinde,[9] ayrıca Necranlı Hristiyanların vergilerini toplamak için güvenilir birini talep ettiklerinde Fahr-i Kâinat, “Ümmetin emini Ebû Ubeyde” diyerek onu görevlendirmişti.[10]

Zühd sahibiydi Ebû Ubeyde. Bir gün Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) onu evinde ziyaret ettiğinde, evinde sadece bir hasır, bir yemek kabı, bir su tulumu ve birkaç ekmek kırıntısı bulmuş ve bu manzara karşısında gözyaşı dökmüştü. Yine bir gün Hazreti Ömer, hizmetçisiyle ona bir miktar para göndererek ne yapacağını takip etmesini istemişti. Ebû Ubeyde’nin parayı ihtiyaç sahiplerine dağıttığını öğrenince de büyük bir sürurla, “Hamd olsun Allah’a ki İslam’da (başkaları olduğu gibi) bunu yapan biri var.” demişti.[11] Bir başka gün Hazreti Ömer, yakın arkadaşı Ebû Ubeyde Hazretlerine, kendisini evinde ziyaret etmek istediğini söyledi. O sıralar vali olarak vazife yapan Ebû Ubeyde’nin yaşayışını gözleriyle görmek istiyordu. Birlikte eve geldiler. İçeriye giren müminlerin emiri, evin içinde bir kılıç, bir zırh ve birkaç parça da ev eşyası gördü. Bunun üzerine, “Senin bunlardan başka bir şeyin yok mu?” diye sorunca, “Bunlar benim ihtiyacım için kâfidir.” diye cevap verdi Ebû Ubeyde. Gözleri yaşla dolan Hazreti Ömer, “Ey Ebû Ubeyde, dünya herkesi değiştirdi, ama seni değiştiremedi.” buyurdu.[12]

Mütevazıydı ve fedakârdı Ebû Ubeyde. Fahr-i Âlem (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gün Amr b. Âs’ı (radıyallâhu anh) 300 kişiyle Zâtüsselâsil bölgesine bir sefere göndermişti. Amr b. Âs, Müslümanlara hücuma hazırlanan düşman ordusunun sayısının çok fazla olduğunu görünce Râfi’ b. Mekîs el-Cühenî’yi Medine’ye gönderip durumu haber verdi ve yardım istedi. Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer’in de içinde bulunduğu 200 kişilik bir birliği ona yardım için gönderdi ve Ebû Ubeyde’yi bu birliğin komutanı olarak tayin etti. Oraya vardıklarında Amr b. Âs, “Ben sizin âmirinizim.” deyiverdi. Muhacirler, “Sen kendi adamlarının âmirisin, bizim âmirimiz Ebû Ubeyde’dir.” diyerek karşılık verdiler. Bunun üzerine Amr b. Âs, “Siz sadece yardım için gönderildiniz.” diye mukabelede bulundu. Bu tartışmanın iyiye gitmediğini gören Ebû Ubeyde (radıyallâhu anh), hemen âmirlik yetkisini Amr b. Âs’a (radıyallâhu anh) vererek bir fitnenin önünü almıştı.[13]

Kendini yetiştirmişti Ebû Ubeyde. Efendimiz, ilim öğrenmek isteyenleri zaman zaman iyi bir Kur’ân hâfızı olan Ebû Ubeyde’ye yönlendirirdi. Nitekim Ebû Sa’lebe bir gün Efendimiz’e gelip kendisini irşat edecek birisine göndermesini istedi, Efendimiz ona, “Ben seni hem ilmini hem de ahlakını güzelleştirecek birisine yolluyorum.” buyurarak Ebû Ubeyde’ye göndermişti.[14]

Ebû Ubeyde hayatta iken Cennet’le müjdelenen 10 kişiden (Aşere-i Mübeşşere) biriydi. Hicretin 18. senesinde ortaya çıkan veba salgını sebebiyle henüz 58 yaşındayken Amvâs’ta, cephe hattında vefat etti. Cenaze namazını gözyaşları içinde kıldıran Muâz b. Cebel (radıyallâhu anh), İslam ordusuna şu konuşmayı yaptı: “Ey insanlar! Allah’a yemin ederim, Ebû Ubeyde’den daha fazla gönlü iyilikle dolup taşan, daha merhametli, kin, öfke ve kötülükten uzak duran, insanlara yardım ve nasihat eden, âhireti arzulayan bir kimseyi ben görmedim. Allah, Ebû Ubeyde’ye rahmetiyle muamele etsin!”[15] Vefat haberi Hazreti Ömer’e ulaşınca yanında bulunanlarla birlikte gözyaşlarını tutamadı.[16]

“Ümmetin Emini” olan Ebû Ubeyde; sadakat, gayret, fedakârlık, ilim, takva, tevazu ve zühd gibi pek çok güzel ahlakın sembolü olmuş bir sahabiydi. Yeri gelmiş hazinelerin başında emin bir hazinedar, yeri gelmiş ilim öğrenmek isteyenler için emin bir muallim ve yeri gelmiş bir ordunun başında emin bir kumandan olmuştu. Kendini yetiştirmiş ve verilen her vazifenin hakkını tam olarak vermişti. Kulluk hayatının derinliğinin yanında adanmışlığı, tevazusu ve zühdü ile dünya hayatını da çok dengeli yaşamıştı. Allah şefaatlerine nail eylesin.

Dipnotlar

[1] İbn Sa’d, Tabakât, Beyrut: Dâru Sâdir, 1968, Birinci Baskı, c. 3, s. 409; Ebû Nuaym el-İsbehânî, Ma’rifetü’s-Sahâbe, Riyad: Dâru’l-Vatan, 1998, Birinci Baskı, c. 1, s. 148.

[2] Ahmet Önkal, “Ebû Ubeyde b. Cerrâh” maddesi, DİA, İstanbul, 1998, c. 10, s. 249.

[3] Muhammed Şürrâb, Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh Emînü’l-Ümme ve Fâtihu Diyâri’ş-Şâmiyye, Dimeşk: Dâru’l-Kalem, 1997, Birinci Baskı, s. 47.

[4] İbn Sa’d, Tabakât, c. 3, s. 379.

[5] Tirmizi, Menâkıb, 14.

[6] İbn Sa’d Muhammed, Et-Tabakâtü’l-Kübrâ/Kebîr, Kahire: Mektebe el-Hancı, 2001, Birinci Baskı, c. 3, s. 380 vd.

[7] İbnü’l-Cevzî Cemâlüddin Ebû’l-Ferec, Sıfatü’s-Safve, Tahkik: Halid Mustafa Tartûsî, Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, 2012, s. 134; İbn Abdi’l-Berr Ebû Umer Yusuf b. Abdillah, El-İstîâb fî Ma’rifeti’l-Ashâb, Amman: Dâru’l-A’lâm, 2002, s. 828.

[8] Tirmizi, Menâkıb, 33, Hakim, Müstedrek, Kahire: Dâru’l-Harameyn, 1997, c. 3, s. 318–325.

[9] Müstedrek, c. 3, s. 324.

[10] Önkal, a.g.y.

[11] Zehebî, Şemsuddîn Muhammed b. Ahmed b. Osman, Siyer-i A’lâmi’n-Nübelâ, Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, Üçüncü Baskı, 1985, c. 1; Muhammed Şürrâb, a.g.e., s. 242–244.

[12] Ebû Dâvûd, Zühd, 123.

[13] A.g.e., 244.

[14] Taberânî ,Ebû’l-Kâsım Süleyman b. Ahmed, El-Mu’cemu’l-Kebîr, Kahire: Mektebe İbn-i Teymiye, ty. Nc. 1, s. 157.

[15] Hâkim, El-Müstedrek, c. 3, s. 318–325.

[16] Ahmed eş-Şirbâsî, Emînü’l-Ümmet Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh, yy., ty., s. 115.

Bu yazıyı paylaş