Sünnet-i Seniyyede Rıfk ve Mülayemet

“Rıfk”; mülâyemet, huyda ve hareketlerde yumuşaklık ve naziklik anlamlarına gelir.[1] Rıfk kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de geçmez, fakat bu kelimeden türeyen “yumuşak ve nazik davranan, arkadaşlığına güvenilen, dost,” anlamındaki “refik” kelimesi, Nisa sûresinin 69. âyetinde geçer. Siyer kaynaklarında yer alan bilgilere göre, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Âişe (radıyallâhu anha) validemizin dizinde dünya hayatına veda ederken “Er-Refîku’l-A’lâ” diyerek Yüce Dost’a ulaşmıştır.[2]

İslâm ahlâkında, özellikle insan ilişkilerinde en mühim prensiplerden biridir rıfk. Aynı zamanda Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kur’ân-ı Kerîm’de övülen yüce vasıflarından birisidir.[3] Uhud savaşında yaşanılanların anlatıldığı Âl-i İmrân sûresinde, Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafındakilere yumuşak davranmasından övgüyle söz edilerek, bu davranışın ilâhî rahmetin eseri olduğu vurgulanmakta, kaba ve katı kalbli olmanın eğitim ve toplumsal hayattaki birlik açısından zararlarına dikkat çekilmektedir.[4] Burada İbn Hazm, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanları eğitirken onları ümitlendiren, sevindiren ve rahatlatan sözler söylemeye önem verdiğini, bu sayede nasihatlerinde başarılı olduğunu, kolaylaştırıcı olmayı ve zorluk göstermekten sakınmayı emrettiğini hatırlatır.[5]

Hazreti Aişe’nin bindiği bir devenin hırçınlık yapması üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Ona rıfkla, tatlılıkla davran!”[6] diyerek müdahale eder. Buradan da anlıyoruz ki hırçın ve huysuz bir deve yahut huysuz hayvanlara karşı dahi takip edilmesi gereken terbiye metodunun tatlılık veya yumuşaklık olması gerektiği tavsiye edilmektedir. Terbiyenin ise bıkmadan ve usanmadan, devamlı şekilde yapılması gerektiği göz önünde bulundurulacak olursa, bunda ısrar edilmesi; böyle durumlarda insanlarda tabiî olarak ortaya çıkan bağırıp çağırma, hatta şiddetin, sertlik ve kabalığın fayda değil zarar getireceğine işarettir. Rıfk ile ilgili başka bir hadis-i şeriflerinde Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Bir kimse rıfktan mahrum ise hayrın tamamından mahrumdur.”[7] Yine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Allah Refik’dir, rıfkı sever ve rıfka mukabil verdiğini başka hiçbir şeyle vermez.”[8] buyurur.

Ebu Musa (radıyallâhu anh) rivayet ediyor: “Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) herhangi bir işi için bir adam gönderse şu tembihte bulunurdu: ‘Sevindirin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın.’”[9] Burada “Sevindirin” emriyle, Cenab-ı Hakk’ın kerem ve ihsanının bolluğu, rahmetinin genişliği, af ve mağfiretinin çokluğu hatırlatılmak istenilmiştir. Arapçada tebşir (müjdeleme) sevindiren bir haber getirme mânâsındadır. O zaman “sevindirin” emriyle, Allah’ın (celle celâluhu) ibadetleri kabul edeceğini, onlara mukabil sevap vereceğini, günahlardan tevbe etmeye yardım edeceğini bildirmek, affını, mağfiretini çokça zikrederek insanları sevindirmek, müjdelemek emredilmiştir. “Nefret ettirmeyin” emri ise, insanları uyarırken mübalağa yaparak onları korkutmayın, günahlarının affedilmeyeceği düşüncesiyle Allah’ın (celle celâluhu) rahmetinden ümitlerini kesmesinler demektir. “Zorlaştırmayın” emri, insanları yapabileceklerinden fazlasına zorlamak ya da onların kusurlarını araştırmak suretiyle insanlara çıkarılacak zorluklarla alakalıdır. Bu hadisteki uyarıları, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir işin görülmesi için gönderdiği memurlara yaptığı bir tembih olarak düşünecek olursak, insanlara hizmet eden, toplum içinde yaşayan herkesin burada yer alan sevindirme-nefret ettirmeme, kolaylaştırma-zorlaştırmama uyarılarını prensip edinmesi gerekir.

Bu uyarılar, irşat ve tebliğ vazifesinde bulunanlara da rehber olmalıdır. Dinimizin emir ve yasaklarını yanlış bir üslup ve metotla anlatarak dini tatbik edilemez, yaşanamaz gösterip nefret ettirmektense, zarurî olanlardan başlayıp anlatarak, Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretini hatırlatıp tebliğde bulunup dini sevdirmek gerekir. Özellikle İslam’a yeni girenlere ve ibadete alıştırılmak istenen çocuklara bu şekilde davranmalı, güler yüz, tatlı söz ve mülâyemetle muamele edip sertlikten kaçınılmalıdır. İnsanların ülfet edip seveceği şeyleri söyleyerek onlara kolaylık gösterilmelidir. Talim ve terbiyede kolaylaştırma, taati kabul etmeye sebep olur ve ibadeti arzu edilir hâle getirir, neticede öğrenme de amel etme de kolaylaşmış olur. Burada Yahudi alim Zeyd b. Sa’ne’nin Müslümanlığı seçmesini hatırlamakta fayda vardır. Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı kaba ve sert davranmasına rağmen Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona karşı son derece halim ve sabırlı olup öfkesine yenilmeden davrandığını görünce hemen İslâmiyet’i kabul etmiştir.[10] Bir Yahudi âlimi olan Zeyd âhir zamanda gelecek peygamberin hususiyetlerini okuduğu kitaplardan biliyordu. Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) birçok vasfını gözlemleyerek tespit etmişti. Verdiği bir borcu kasten vadesinden önce ve sert bir şekilde isteyip Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine yapılan bir hakarete karşı nasıl davranacağına bakmıştı. Efendimiz bu kem davranışa karşı Hazreti Ömer’e (radıyallâhu anh) “Buna istediğini verin.” demiştir. Hazreti Zeyd bunun üzerine derhal Müslümanlığı tercih etmişti. Evet O (sallallâhu aleyhi ve sellem) şahsına yapılan sert davranışlara karşı mülayemet ve rıfk yolunu tercih ederken kamu hukukunu ilgilendiren ve suç ve kabahatlerde ise kendi kızı bile olsa affetmeyeceğini ve suçu sabit olduğunda gereken cezayı vereceğini beyan buyurmuştur.[11]

Münavî bu hadisle alakalı şu yorumu yapar: “Bu hadiste Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm) dünyayı ilgilendiren meselelerde kolaylaştırmayı, âhireti ilgilendiren meselelerde vaadedilen hususları en güzel şekilde haber vermek gerektiğini ifade etmektedir. Ta ki Resûlullah’ın her iki dünyada da rahmeten li’l-âlemin (âlemlere rahmet) olduğu anlaşılsın.” Kirmanî ise, “kolaylaştırın!” emrinden sonra “zorlaştırmayın!” nehyinin gelmesinde şu inceliğe dikkat çeker: “Aslında bir şey emredilince zıddının da yasaklanması zımnen emredilmiş olur. Ama burada, kolaylaştırma emrini tekit için, zımnen mevcut olan zorlaştırmama emri de sarih olarak söylenmiştir.”[12]

Beşerî münasebetlerin iyi bir istikamette gelişmesinde mülâyemetin dinimizce ne kadar önemli olduğu yukarıdaki hadislerden anlaşılmaktadır. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” atasözümüz de bu prensibin milletimizce ne kadar benimsenmiş olduğunu gösterir. Gerçek Müslümanlık, Hazreti Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beşerî münasebetlerde bize miras bıraktığı sünnetine uymakla tahakkuk eder. Bu noksan olduğu müddetçe, İslâm’ın vaadettiği huzura ve kemâle ulaşmamız mümkün değildir.

İslâm kaynaklarında, Cahiliye davranışı olarak adlandırılan kabalık ve şiddet gibi tutum ve davranışlara karşı rıfk, hilm, sabır, af gibi kavramlarla ifade edilen erdemler, yüksek insanî vasıflar olarak değerlendirilmiş, bilhassa güçlü ve haklı olduğu zaman hilm ve rıfk ile muamele etmenin değerine vurgu yapılmıştır. Hazreti Ömer’e (radıyallâhu anh) atfedilen bir sözde, Allah katında devlet başkanının rıfkından daha değerli bir erdem, yine onun sertlik ve hiddetinden daha çirkin bir erdemsizliğin bulunmadığı belirtilir.[13] İbn Hibbân’ın rıfk ile akıl arasında bir ilişki gördüğü anlaşılmaktadır. Ona göre akıllı insan daima rıfk ile davranmalıdır. Yumuşaklığın düzeltemediği şeyi sertlik hiç düzeltemez. Akıldan daha sağlam bir dayanak bulunmadığı gibi rıfktan daha hayırlı bir rehber de yoktur. Rıfkı terk eden sertliğe yönelir, sertliği seçen tehlikelerle yüz yüze kalır.[14] İbn Abdülber’in rıfk ve iktisat (orta yol) kelimelerini aynı başlıkta kullanması ve bu iki kavramı bir arada işlemesi, rıfkın “her türlü davranışta uyumlu olma” anlamını da içerdiğine işaret etmektedir.[15]

Aslında hoşgörülü davranış, küllî bir kaidedir. Cenab-ı Hak, Hazreti Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu emri verir: “Söyle o kullarıma: ‘Hep en güzel sözleri söylesinler, çünkü şeytan aralarını bozmaya çalışır. Gerçekten şeytan insanın açık düşmanıdır.’” (İsrâ, 17/53). Bu mânâda başka âyetler de vardır. Özellikle Firavun’la ilgili olanı ise çok dikkat çekicidir. Firavun’a karşı tebliğ yapmak üzere vazifelendirilen Hazreti Mûsa (aleyhisselâm) ve Hazreti Hârun’a (aleyhisselâm) Cenab-ı Hak mülâyemetle dâvette bulunmalarını emrederek, “Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitap edin. Olur ki aklını başına alır yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâ Hâ, 20/44) buyurmuştur.[16]

Siyer kitapları, Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetine karşı taşıdığı şefkat, merhamet ve düşkünlüğünün sayısız misalleriyle doludur. Bu şefkat sadece iyilere değil, kötülere karşı da geçerlidir. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şerir kimselere bile güler yüz ve tatlı sözle muamele ederek onların gönüllerini fethederdi. Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu davranışı Amr ibnu’l-Âs’ın üzerinde öyle bir tesir yapmıştır ki kendisinin Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından en çok sevilen kimse olduğunu zannetmiştir: “Resûlullah bana yüzü ve sözü ile öyle iltifatta bulunuyor ki ben kendimi insanların en hayırlısı zannettim de ‘Ey Allah’ın Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), ben mi yoksa Ebu Bekir mi daha hayırlıdır?” diye sordum.” Bu, ibret almamız ve örnek edinmemiz gereken mühim sünnetlerden biridir. O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hoş olmayan tavırlar karşısında bile gönül alıcı davranması, yüce ahlâkını yansıtan prensiplerden biridir.[17]

Sonuç olarak, sadece ashabına karşı değil bütün varlığa karşı rıfk, şefkat, merhamet ve hoşgörü ile hareket eden Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu durumu Kur’ân-ı Kerim’de, “Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe, 9/128) şeklinde beyan buyurularak onun bu yüce vasfına vurgu yapılmış ve bizlere örnek olarak gösterilmiştir. Cenab-ı Hak hepimizi O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahlakı ile ahlaklanan kullarından eylesin.

 Dipnotlar

[1] Lisânü’l-ʿArab, “rfk” md.; Tâcü’l-ʿArûs, “rfk” md.

[2] Buhârî, “Fezâʾilü’s-Sahâbe”, 5, “Megazî”, 83, 84; Müslim, “Fezâʾilü’s-Sahâbe”, 87.

[3] Âl-i İmrân, 3/159, Tevbe, 9/128.

[4] Âl-i İmrân, 3/159.

[5] İbn Hazm, El-Ahlâk ve’s-Siyer fî Müdâvâti’n-Nüfûs, s. 62.

[6] Müslim, Birr, 79, (2594).

[7] Müslim, Birr, 75, (2592).

[8] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, 7. cilt, s. 293.

[9] Ebû Dâvud, Edep, 20, (4835); Müslim, Cihâd, 6, (1737).

[10] Taberânî, V, 222–223.

[11] Buhârî, Hudûd, 11; Müslim, Hudûd, 8.

[12] Canan, a.g.e., s. 293.

[13] Ch. Pellat, Risâle fi’l-Hilm ʿinde’l-ʿArab, Beyrut 1973, s. 39–40.

[14] Ravzatü’l-ʿUkalâʾ ve Nüzhetü’l-fuzalâʾ, s. 215–223.

[15] Behcetü’l-Mecâlis, I, 217–220.

[16] Tâhâ 44

[17] Canan, a.g.e., s. 293.

Bu yazıyı paylaş