Çaresiz Anne

Yanıma aldığım korku, endişe ve bir miktar kuru hayali, kafamın içindeki bölmelere özenle yerleştirdikten sonra yola koyuldum. Kimine göre aşırı hassas, kimine göre ise oldukça kaygılıydım. Hayallerin cirit attığı havadar mevsimleri yaşamayı uzun yıllar önce terk etmiştim. Nedenini bilmiyorum, ama bana kalırsa, geçen yılların bu konuda etkisi büyüktü.

Çıktığım yolda hemen döneceğim fikri olsa da bir aksilik çıkma ihtimali yüksekti. Ya hemen dönemezsem! Yok yok, dönmeliyim! Yoksa geride bıraktığım evladımın hasreti bütün vücuduma yayılan bir hastalık gibi beni bitirebilirdi. Diyeceksiniz ki “Neden evladını bırakıyorsun?”  Kim üç aylık evladını, canının parçasını bırakır ki? Benim gibi zorda kalan, yapacak bir şeyi olmayan, kapana kısılan her insan bunu yapar. Bulunduğum ülkedeki elçilik görevlilerinin hiçbir işlemimizi yapmamasından mütevellit kızıma pasaport alamadık ve oturum işlemlerini tamamlamak üzere bir komşu ülkeye gitmek için yola koyulduk. İşte bu yolculuğa çıkarken evladımı, öz ablam kadar bana yakın olan bir ablaya bırakıp gittim.

Yaşadığım durumu hiçbir annenin yaşamaması için dualar ederek pasaport kontrolünden geçtim; artık geri dönme ihtimalim yoktu. Ya kalsaydım? Kalma ihtimallerinin onlarca versiyonunu kafamda teker teker elerken, kendime verdiğim telkinler önemini yitirmeye başlamıştı. Gözlerimden durduramadığım yaşlar akmaya başlamış, sesimin titremesi, yol arkadaşlarımı tedirgin etmeye yetmişti. Dimdik durduğum yolculuk öncesi hâlimden şüphelendiklerini biliyordum, ama bu güçsüz hâlimi görsünler istemiyordum.

            Tarihin tozlu raflarını karıştırsanız, şu yaşadığımız durumun defalarca yaşandığını ve çekilen acıların tekrarlanıp durduğunu görürdünüz. Aslında insanı en çok yaralayan da tarihte yaşanmış bu olayların tekrar ve misliyle yaşanması, buna rağmen insanların yaşadıklarından bir türlü ders çıkaramamasıydı. Ne yazık ki bir dersten defalarca imtihana girip geçer not alamama ve her defasında soruları doğru cevapladığından emin olma durumunu yaşıyordu insanoğlu.

            Kafamın içine yerleştirdiğimden daha az dolu olan valizimi aldıktan sonra havaalanından çıktım. Temiz hava burnumun deliklerinden içeriye girdiği anda bir “Oh!” çektim. Aslında çektiğim “Oh!” muydu yoksa koca bir “Ah!” mıydı, şu an hatırlayamıyorum. Bana yaşatılan ne varsa “Misliyle yaşasınlar!” bedduasını tekrarladım. Tek düşündüğüm geride bıraktığım hazinemdi. Bir fırsat bulup aramak istiyordum, ama korkumdan numarayı çevirmek şöyle dursun, telefonun yerini bile unutmuştum.

            Ülkemin her bir köşesinde benden daha zor durumda olan anneleri düşündüm. Ben onlara göre bir nebze daha şanslıydım. Çıktığım yolculuk kısa ve muhataplarım vicdanlıydı. Çektiğim acılar psikolojik bir travmadan ibaretti; peki ya ülkemdeki kardeşlerimin durumu? Utanç verici aramalar, türlü türlü işkenceler çekiyorlardı. Üstüne bir de evlatlarını yanlarında yokluk ve çaresizlik içinde taşıyorlar ya da akrabalarının yanına bırakıp hasretlik yaşıyorlardı. Yurt dışına bir sevda ile çıkan ben, şu an yaşadığım sekiz yılın acı bir sağlamasını yapıyordum. Ya çıkmasaydım, ya ülkemdeki zulmü yaşasaydım, ne olurdu? Şimdi olduğum duruma şükreder bir vaziyet almış, görünmez bir kalkan gibi etrafımı şükürle sıvamıştım. En iyi savunma mekanizmamı kusursuz işletmeye koyulmuştum.

            Ellerim terlemiş, kafamın içindeki “III. Dünya Savaşı” sebebiyle yorgun düşmüştüm. Şimdi uyumak ve her şey bittikten sonra evladımın yanında uyanmak istiyordum. Çaresiz, çıktığım bu umut yolculuğunun her saniyesini yaşamak zorundaydım. İşlemlerimin yapılacağı Yabancı İşler Daire Başkanlığına (böyle uzun yazınca daha havalı oluyor) gelince, anlayış ve güler yüzle karşılanmak bir nebze olsun rahatlatmıştı beni. Kafamın içindeki savaşta ateşkes ilan edilmiş, tozlu raflarda sakladığım kuru hayalleri çıkarma vakti gelmişti. Olabilecek en kısa zamanda yavruma kavuşacağım taahhüdünü alır almaz can dostlarımın yanına gittim. Gözyaşlarımı gizleyemiyordum. Güya vakur duruşumdan taviz vermek istemiyordum, ama vicdanım ve özlemim buna izin vermiyordu. Yarı mutlu yarı ağlamalı günleri, saatleri ve saniyeleri saydım.

            Koskoca bir hafta, çıktığım bu yolculuk, bana bir süt evlat ve bol bol vicdan azabı hediye ettikten sonra bitti. Evladımı kucağıma aldığımda bana bakışlarını asla unutmayacağım. Üç aylık bir bebeğin bakışından ne olur, demeyin!  “Beni neden bıraktın?” der gibi… Evet, resmen öyle söylediğine yemin bile edebilirim. Ellerini tutmak, kokusunu içime çekmek çok ama çok iyi gelmişti. Yaşadığımız bu durum ikimizde de travma bırakmış olabilir. Ülkemdeki binlerce çocuk ve annede kalan travmaların hesabını kimin vereceğini gerçekten çok merak ediyorum.

            Şimdi benimle aynı kaderi yaşayan bütün annelerden, çektiğim kısacık zulmü böyle tumturaklı anlattığım için özür dilemek istiyorum. Onların yaşadıkları şeylerin yanında sinek ısırığı gibi kalan bu hatıramı tarihe not düşülsün diye yazıyorum. Kimsenin bir anneyi evlatsız bırakmaya, onlara çaresizlik yaşatmaya hakkı yoktur. İşte tam da burada Allah’ın adaletine inanıyor ve cehennemin varlığından dolayı bir kez daha Allah’a sonsuz şükrediyorum.

Bu yazıyı paylaş