Dururken böyle bî-pâyan terakkî-zâr karşında;
Nasıl dersin ya “Pek mahdûd bir cirmim” tutarsın da?
Meleklerden büyük, hem çok büyük tebcîle mazharsın:
Tekâlîfin emânet-gâhısın, bir başka cevhersin!
Hayâtın eksik olmazken ağır bin bârı arkandan;
Ölümler, korkular savlet ederken hepsi bir yandan;
Şedâid iktihâm etmekte müdhiş bir mekânetle,
Yolundan kalmayıp dâim gidersin… Hem ne sür’atle!
Senin bir nüsha-i kübrâ-yı hilkat olduğun elbet,
Tecellî etti artık; dur, düşün öyleyse bir hükmet:
Nasıl olmak gerektir şimdi ef’âlin ki, hem-pâyen
Behâim olmasın, kadrin melâikten muazzezken?

—–
bî-pâyan: Sonsuz.
terakkî-zâr: Terakki yeri.
mahdûd: Sınırlı.
cirm: Cisim, büyüklük, hacim.
tebcîl: Saygı gösterme, ikram etme.
tekâlîf: Teklifler, yükümlülükler.
emânet-gâh: Emanet yeri.
bâr: Yük.
savlet: Saldırma, hücum.
şedâid: Sıkıntılar, belalar.
iktihâm: Göğüs germe.
mekânet: Metanet, vakar.
nüsha-i kübrâ-yı hilkat: Yaratılışın büyük nüshası.
ef’âl: Fiiller.
hem-pâye: Aynı rütbede olan.
behâim: Hayvanlar.
melâik: Melekler.
muazzez: İzzet ve şeref sâhibi.

Safahat, İstanbul: Sütun Yayınları, 2007, s. 66.

Bu yazıyı paylaş