Kutlu Kervanın Hasbî Bir Yolcusu

Mehmet Özyurt, 1945’te Antakya’da dünyaya gelir. Geçimini kömür satarak sağlayan bir ailenin çocuğudur. Çocukluğundan itibaren mütevazı ve faziletli bir çevrede yetişir. Henüz altı yaşındayken, Kur’ân’a olan aşkıyla, bir sene içinde hıfzını tamamlar. 11 yaşında Arapçayı öğrenir ve dinî ilimleri tahsil eder. Henüz 16 yaşında iken müezzinlik yaptığı camide imamlık yapmaya başlar.

1965 yılında askerlik vazifesi için Konya’ya gider. İzin günlerinde tanıştığı bir imamın camiinde sohbetler yapar. İnsanlara hak ve hakikati anlatmaya askerde de devam eder. Askerlik dönüşü Şükriye Hanım’la evlenir. İskenderun’da imamlık yaptığı bu yıllarda anne ve babası ile birlikte yaşarlar. Evlerinden misafir hiç eksik olmaz. Bu dönemde Fethullah Gülen Hocaefendi’nin vaaz kasetlerinden bir iki tanesi eline geçer. İlk dinlediği bu kasetlerden sonra Fethullah Gülen Hocaefendi’ye olan merak ve hayranlığı artmaya başlamıştır.

1973 yılında İskenderun’da vazifesine devam ederken Yüksek İslam Enstitüsü sınavlarını birincilikle kazanır. İzmir’e geldiği günün akşamında Fethullah Gülen Hocaefendi’yi arar ve bulur. Sabaha kadar sohbet ederler. Üniversiteye devam ederken 1976 yılında, Bornova’daki Büyük Cami’ye imam olarak tayin edilir. O sırada aynı camiye vaiz olarak atanan Fethullah Gülen Hocaefendi ile yolları kesişir. Mehmet Özyurt için büyük buluşma ve duasının kabulü şimdi ziyadesiyle gerçekleşir. O günden sonra Fethullah Gülen Hocaefendi’nin hiçbir dersini kaçırmaz ve vaazlarını takip eder. Ders halkasında kitabı elinden hiç düşürmez.

Bornova Camii’nde vazifeye başlayınca caminin yakınında bir ev tutar. Bir buçuk yıl boyunca her cuma günü, İzmir dışından vaaz dinlemeye gelen insanlara kendi evinde yemek verir. Oysa eşi ve çocuklarının aç kaldığı gün ve gecelerin sayısı hiç de az değildir. Züht ve takvasından asla taviz vermez ve bu durumu kimseye hissettirmez.

12 Eylül İhtilali gerçekleşmiştir. Sıkıyönetimle idare edilen ülkenin sancılı dönemine şahitlik eder ve o acı dolu günleri iliklerine kadar yaşar. Mabetlerin siyasetle kirletildiği ve ruhtan uzak hutbelerin okunduğu bir dönemde; etkileyici vaaz ve sohbetleriyle, kısa zamanda kalplere girmeyi başarır. Gönül dili, hâl şivesi ile kısa sürede görev yaptığı cami cemaati ve çevresiyle güzel bir iklim yakalar.

1983 yılında, asılsız bir ihbar sebebiyle arkadaşlarıyla cezaevinde 28 gün geçirir. Cezaevinde insanlıktan uzak muamelelere maruz kalır. İşkenceler neticesinde perişan hale gelen ayaklarını hapishaneden çıktığında kimseye göstermez. Zira o, “Burada çekilen ızdıraplar ebedi âlemde gül bahçesine dönecek. Biz ebedî âlemde gül bahçelerine talibiz” şeklinde düşünmektedir. Suçsuz olduğu anlaşılır ve serbest bırakılır. Arkadaşlarından önce serbest bırakılmayı bir türlü sindiremez. Hep “Keşke çıkmasaydım da içeride kalsaydım” der. Hapishane sonrası devlet memurluğu elinden alınmıştır. “Yolun kaderi budur” der ve sahabe diyarı Diyarbakır’a hizmet için kutlu bir yolculuğa çıkar.

Diyarbakır’da ilk önce kenar mahallelerin birinde ailesi için bir ev tutar. Eşyaları azdır. İlk dönemlerde eşinin bileziklerini satarak kıt kanaat geçinmeye çalışırlar. Sonra talebeler için ev aramaya başlar, ancak uygun bir ev bulamaz. Kendi evini talebe evine dönüştürür. Böylece ilk ev, Ofis semtinde, önce Şahin ve sonra Merih Apartmanında açılmış olur. Kısa sürede tarihi Ulucami’nin siyah kareli taşlarla örülü kıvrımlı sokağında, Hüsrev Paşa Talebe Yurdu da açılmıştır. “Taş ev” olarak adlandırılan şehrin bu ilk özel öğrenci yurdu, bağrını fakir talebelere açacak, yüzlerce gencin yetişmesine vesile olacaktır.

Mehmet Özyurt, samimi davranışları neticesinde, kısa sürede Diyarbakırlılara kendini sevdirir. Özellikle şehrin esnaflarından Tuzcu Sakıp Ayhan, bütün varlığıyla ona destek olur. Mehmet Özyurt, Sakıp Amca ile birlikte şehirdeki ilçe ve köyleri gezerek talebe bulmaya ve hizmetleri inkişaf ettirmeye çalışırlar. Gerçekten bölgede hizmetlerin gelişmesi için Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi şehir şehir dolaşılır. Mehmet Özyurt, fırsat buldukça cami kürsülerinden halka seslenir; bölgenin manevi değerlerini halkın nazarına vermeye özen gösterir. Ancak Diyarbakır’a gelişinin ikinci yılında bir kez daha halden anlamazlar tarafından hedef tahtasına konmuştur.

14 Temmuz 1986’da, bir gazetenin “Kara tehlike irtica” manşeti ile birlikte, Hizmet Hareketi’ne karşı bir karalama kampanyası başlatılır. Masum insanlar, iftiralarla bir şaki gibi takibe alınır ve “zamanı kokutanlar” tarafından “mürteci” olarak itham edilirler. Gazete haberi ihbar kabul edilir ve DGM Cumhuriyet Savcılığı harekete geçer. “İslam Cumhuriyeti” kurma girişimiyle suçlanan Mehmet Özyurt, Sakıp Ayhan ve arkadaşları laikliğe aykırı davranışlarda bulundukları gerekçesiyle 8 Ağustos 1986 tarihinde tutuklanır ve Diyarbakır Cezaevinde hapsedilir. İşkencelerle geçen üç aylık süreden sonra suçsuz oldukları anlaşılır ve bir kez daha serbest bırakılırlar.

Mehmet Özyurt, özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz daha bir aşkla ve şevkle hizmetlerine devam eder. Bir gün yanına Tuzcu Sakıp Amca’yı da alarak üç araçlık bir konvoyla Gaziantep’e doğru yolculuğa çıkarlar. O akşam sohbet esnasında, “günümüzde, günahların insanı her taraftan sardığından, ihlas ve takva üzere bir yaşayışın olmadığından” dert yanarlar. Bir ara bir yol arkadaşı; “Bana kalırsa şehit olmaktan başka bir şey temizlemez bizi” der. Başka bir arkadaş kendi kendine, “Savaş yok, bir şey yok. Nasıl şehit olacağız ki?” diye düşünür.

Şanlıurfa’dan sonra Mehmet Özyurt konvoydaki diğer araca geçer. 14 km sonra içinde bulunduğu araç bir tankerle çarpışır. Çarpışmanın etkisiyle araç alev alır. O gün araçta bulunan Mehmet Özyurt, Hasbi Şahin, Bayram Acar ve İbrahim Halil Çelik ruhlarının ufkuna yürürler. Mehmet Özyurt Hoca’nın vücudu tanınmaz hale gelmiştir; şehadet getirmiş bir şekilde ve serçe parmağında gümüş yüzüklü sağ eli bileğinden kopmuş halde, metrelerce uzakta bulunur. Kazadan kısa bir süre sonra çıkan bir hortumla, kaza yeri adeta vakumlanmış gibi temizlenir.

Mehmet Özyurt Hoca, evden ayrılırken ve hanımına veda ederken sonsuz bir yolculuğa çıktığından haberi var gibidir:

“Öleceğime hiç üzülmüyorum. Sana üzülüyorum. Beş çocukla ne yaparsınız?”

Şükriye Hanım, bu sözlere bir anlam veremez:

“Çocuklarını öptü, ayakkabılarını giydi. Bir taraftan içeriye bakıyordu.

‘Ne oldu?’ dedim.

‘Bir şey yok’ dedi. Bir basamak indi. Döndü, baktı, baktı…

‘Ne oldu, bir şey mi unuttun?’ diye sordum.

‘Hayır’ dedi. Gözleri ıslaktı. İnerken kapıyı kapattım, ama içimde büyük bir sıkıntı vardı.

Tekrar açtım kapıyı. Gitmemiş, orada duruyordu.

‘Bir şey mi var?’ diye yine sordum.

‘Yok’ dedi.

Yüzüme dikkatlice bakarak, ‘Allah’a ısmarladık’ dedi ve koşar adımlarla merdivenlerden indi.

Hemen balkona koştum, ama gitmiş; göremedim. Bu onu son görüşümdü.”

Mehmet Özyurt, bereketli bir ömür yaşayıp “Önden giden atlılar” gibi baki âleme gitti.

Bu yazıyı paylaş