Kara Propaganda

Hepimizin bildiği hikâyedir: I. Dünya Savaşı sürerken düşman takibinden kaçarak savaşta “tarafsız” olduğunu iddia eden Osmanlı’ya sığınan iki Alman savaş gemisinin satın alınması ve bu gemilerin Rus limanları bombalaması… Oysa ne Osmanlı hükümetinin başındakiler tarafsızdır ne de bu gemiler satın alınmıştır. Bu girişim, Osmanlı’yı en son savaşına sokmak için bir kurgudur. Her şey bir oldubittiye getirilmiş, neticesi ise felaket olmuştur.

Tarih boyunca iktidarlar ne zaman darda kalsa, imdatlarına kitleleri yanıltan kara propagandalar yetişir.

Mesela, büyük umutlarla kurulan bir parti düşünün. Ülkenin ilerlemesinden, kalkınmasından bahseden; birlik ve beraberlik içinde, özgürce yaşanılan bir ülke vaat eden bir parti… Hem de insan haklarına aykırı yasaklara karşı olup sonuna kadar hürriyeti, kardeşliği, sosyal eşitliği savunan.

Kulağa ne kadar hoş gelen, ne kadar umut verici şeyler değil mi?  Ancak tarih mahzenleri, ham hayallerle acı gerçeklerin karşılaşmasının elim misalleriyle doludur.

Kendisine gösterilen teveccüh arttıkça parti adeta raydan daha fazla çıkmaktadır. Fikirleriyle ülkeyi kurtarmayı düşünen insanlar gitmiş, yerlerine gözlerini iktidar hırsı bürümüş siyasiler gelmiştir. Sonunda kendi savunduğu fikirlerin tam tersine hareket etmeye başlarlar. Havada uçuşan vaatlerin, yerde duran meselelere bir deva olmadığı kısa bir süre sonra anlaşılır. Ülkede düzen bozulmaya, anarşi artmaya yüz tutar. Dış politikada yapılan hataları tamir adına daha büyük hatalar yapılır, devlet dev krizlerle karşı karşıya bırakılmıştır.

Onların dertleri ise farklıdır, yapılarını “kutsal” olarak sunmak gerektiğini düşünürler. Kendilerini “mukaddes” ilân etmişlerdir ve ne de olsa halk, kutsala karşı bir şey diyemeyecektir. Parti, görünüşte koyu milliyetçi gibi gözükmekle birlikte yeri geldiğinde ümmetçi, yeri geldiğinde de bütün halkları kucaklayıcı oluverir. Birbirine zıt fikirleri eş zamanlı olarak uygulamaları, partideki kafa karışıklığının da bir işaretidir, belki de sağlam bir omurganın olmamasının…

“Paralel Bir Hükümet Gibi”

Görevlendirmelerde liyakatten ziyade kendinden olmayı önemseyen partizan anlayış veya partiden alınacak bir kâğıdın her kapıyı açması gibi sorumsuzluklar kısa zamanda devlet otoritesinde bozulmalara ve asayişsizliğe sebebiyet verir. Rüşvet, iltimas, zimmet, ihtilas… Halk için artık sadece büyük bir hayal kırıklığıdır bu parti. Memnuniyetsizlikler arttıkça artar ve bunlar yüksek sesle dillendirilmeye başlanır. Artık karşısında çok güçlü rakipleri vardır ve kendi kuvvetleri hızla tükenmektedir.

Rejimi koruma bahanesiyle oluşturdukları silahlı güçlerini önceden başkentte konuşlandırmaları bir gözdağıdır. İktidarın yanında çalışmaya devam ederler. [1] Öte yandan güçlerini devam ettirmek için paraya ihtiyaçları vardır ve varlıklı kimseleri bağış adı altında haraca bağlarlar ki bu tavırlar gayrimemnun kitleyi artmıştır.

Sıkışmışlardır ve işlerini zorlaştıranlardan kurtulmaları, dizginleri tamamen ele almaları gerekir, ancak bu çok da kolay değildir. Nedense her dikta yapılanması en çok özgür basından rahatsız olur. Gazeteciler, yazarlar, muhalifler tek tek susturulmaya başlanır.

Lütuf

Bir çözüm bulmaları lazımdır. Bu öyle bir tılsımlı çözüm olmalıdır ki bir hadise ile bütün dertlerden kurtulsunlar. Önceden ekilen ve sürekli sulanan fitneler meyveye durur, çok geçmeden imdatlarına bir “lütuf” gibi yetişir.

Siviller ve askerlerden oluşan küçük bir grup, sokağa çıkıp rejim aleyhine laflar etmeye, isyan çıkartmaya başlayınca beklenen büyük bir fırsat doğmuş olur. Çok önceden böyle bir hadiseye hazırlık yaptıklarını, aynı anda 4.000 silahlı adamı eyleme sokmalarından bellidir. Devlete ait güçler dururken kendi kuvvetlerini sokaklara sürerler ve suçlu suçsuz bir cadı avı başlar. Yüzlerce insan öldürülür. Ne yargılama ne suçlama ne savunma…

Zaten olaylar cadı avına dönünce ölüler, mahpuslar, kayıplar sadece rakamlardan ibaret kalır. Karartılan hayatlar, söndürülen ocaklar, tüketilen umutlar sadece birer sayıdır artık.

Bu tür olaylar çift patlamalı bomba gibidir, ilk patlama hedefin önündeki engeli kaldırır, diğer patlama ise hedefi tamamen imha eder. İlk hareketle her şey bir oldubittiyle kontrollerine geçince ikinci aşamada istediklerine ulaşmak hiç zor olmayacaktır. Daha kim tarafından organize edildiği bile anlaşılmayan bir darbenin ardından gerçek bir sivil darbe gelmiştir. Artık partinin adı çoğu insanda korkuyu çağrıştırır. Ülkedeki her şeye hâkim bir tek parti devri…

Anlatılanların size tanıdık gelmesi tarihin tekerrürlerle dolu olmasından. Bahsettiğimiz hadise, 110 yıl önce gerçekleşen 31 Mart 1325’teki (13 Nisan 1909) askerî darbe ve ardından İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ülkede estirdiği diktatörce yönetimdir. 31 Mart Hadisesi sebebiyle 33 yıldır tahtta oturan padişahı saltanattan indirecek kadar güce ulaşmışlardır.

Kim Hain, Kim Vatansever?

31 Mart’ın arkasında kim vardır ve o 11 günde tam olarak ne olmuştur? Net olarak bir şey söylemek 110 yıldır mümkün olmadı. Ancak olaylardan en çok kim faydalandıysa failin o olması kuvvetle muhtemeldir.

Hadiseyi, izah edilemeyen her konuda olduğu gibi “dış güçler” kolaycılığına bağlayanlar elbet vardır, ancak dönemin elçilik yazışmaları incelendiğinde bunu destekleyecek bir delil bulmak mümkün değildir.

31 Mart, İttihat Terakki için öyle bir lütuf olmuştur ki artık astığı astık, kestiği kestik bir yönetimle her istediğini yaptırmıştır. Onlar vatanı bütün düşmanlardan kurtaran (!) bir partidir, kendilerini böyle lanse ederler. Bu, kendilerine muhalif olan herkesi rahat bir şekilde hain olarak vasıflandırmak için yeterlidir. Muhalefeti fiili olarak ortadan kaldırmışlardır.

İrtica

O günlerde bir kelime de çok popüler hale getirilir: irtica. İrtica, bir asır boyunca dinî hassasiyet taşıyan herkesin tepesinde sallandırılan Demokles’in kılıcıdır.

Hadisenin iç yüzünü araştırmak isteyen herkes için bir başka damga daha vardır: 31 Martçı. Bu damgadan İbrahim Temo ve Dr. Abdullah Cevdet gibi partinin kurucuları bile nasibini alacaklardır. Temelinde derin çıkar çatışmalarının olduğu siyasî savrulmalar başka savrulmalara hiç benzemez.

Nedense bu tür sivil darbeciler için bu tür sihirli kelimeler bütün kapıları açan bir maymuncuktur veya herkesi içine alabilecek kadar büyük bir çuvaldır. Kendinden olmayan herkesi içine doldurup da zulmedecek kadar büyük bir çuval… Bu çuvala bir defa girip çıkan bile zulmün en hafifini, toplumdan dışlanma veya hukuksuzluk, işsizlik, açlığa mahkûm olma şeklinde görür.

Propagandaların rengi ister kara olsun ister ak; yalanlarla yürütülen iktidarların sonu bir gün gelir. Bu güç sarhoşluğunun neticesinde olanlar ise çok hazindir. Bedelin bütün bir millet tarafından ödenmesi ise değişmez bir hakikattir.

Ülke son macerasına girecek ve yıkılma süreci hızlanıp birkaç sene içinde tarihe karışacaktır. Darbeyi kurgulayanlardan geriye, yıkılmış bir ülke ve yitirilmiş iki milyon insan kalır.

Dipnot

[1] M. Şükrü Hanioğlu, İslam Ansiklopedisi, c. 20, İttihat ve Terakkî Cemiyeti maddesi, İstanbul, 2001.

Bu yazıyı paylaş