Onbaşı

Orta yaşlı gazeteci, not defterinin sayfasını çevirdikten sonra koluyla alnında biriken teri sildi. Elinde kalem, sormaya devam etti:

“Çocuk hiç konuşamıyor muydu?”

Muhtar, cevap vermeden önce yutkundu. Solgun gözlerle karşıdaki toprak eve baktı:

“Küçükken konuşuyormuş aslında” dedi geçmişe giden bir ses tonuyla. Ta ki eniştesinden o dayağı yiyinceye kadar.

Dayak lafını duyan gazeteci yazmayı bırakarak muhtara daha dikkatle baktı. Beklediğinden de ilginç bir hikâye bulmuş olmanın hevesiyle gözleri büyüdü. Hikâyeyi bir çırpıda öğrenmek istermişçesine iştahla sordu:

“Sonra?”

“Sonra sustu kaldı çocuk. Bir daha konuşmadı” dedi ve bakışları yine karşıdaki eve takıldı kaldı. İki gözlü, üzerinde otların kuruyup kaldığı eski bir yerdi burası. Köydekiler evin etrafına toplanmış bekleşiyorlardı; lakin sessizlik hepsinin üzerine beyaz bir örtü gibi çekilmişti.

Gazeteci, dudaklarını içe kıvırıp başını salladı. Bakışları muhtarınkiyle çarpışınca: “Peki kaval çalmaya nasıl başladı bu çocuk?” diye sordu.

Muhtar, uzun bir hikâyeye girecekmiş gibi derin bir nefes aldıktan sonra kalın, boğuk sesiyle:

-Kara Sait diye biri vardı mahallede, dedi ve kapakları açılan baraj gibi nefesini bıraktı. Ceketinin cebinden otuzüçlük siyah tespihini çıkardı. “Eskiden çobanlık yapardı Kara Sait, diye devam etti. Geçen sene rahmetli olduğunda, karısı kavalı Kerim’e vermiş. Çocuk, öyle sevinmiş ki, o günden sonra kavalla yatıp kalkmaya başlamış. Zaten çok çabuk çözmüş çalmayı.

“Kulağı yatkınmış demek.”

“Sadece kulağı mı, yüreği de yatkınmış çocuğun. Sanki konuşuyordu onunla. Hem insan sadece kelimelerle konuşmaz ki. O da bu yolu seçmiş!”

Kalabalığa yenileri de katıldığından, evin etrafında küçük bir hareketlenme oldu ama muhtar bu defa dönüp bakmadı bile. Gözleri çukurdaymış gibi donuklaşmıştı bakışları. Başını kaldırmadan konuşmaya devam etti:

“Keşke öğrenmeseydi” dedi acı bir tebessümle. Zaten her şey bu hevesi yüzünden başına gelmedi mi?

“Neden ki?”

“O günden sonra eniştesinin gözüne daha çok batmaya başlamış demek. Kavalı eline almasını bile yasaklamış adam!”

Gazeteci, bir yandan yazmaya devam ederken bir yandan da “Cık, cık!” diye ses çıkarıyordu:

“Sonra?”

“Bir akşam eve yine zil zurna gelmiş eniştesi. Kavalın sesini duyunca, ‘Sen misin çalan!’ diye kırmızı görmüş boğa gibi saldırmış üzerine.”

“Aklından zoru mu varmış ne?”

“Belli ki varmış! Önce kavalı fırlatmış duvara; arkasından çocuğu! Dövmüş, dövmüş… Ta yoruluncaya kadar…”

Muhtar yine derin bir nefes çekti. En sıcak günlerde bile üzerinden indirmediği ceketi de göbeğiyle beraber şişti indi. Adam, büyümüş gözlerle baktı kendisine:

“Yetim çocuğu dövmüş ha! Sonra?”

“Sonrasını Onbaşı görmüş işte. Her zamanki gibi yine geç vakitte dönüyormuş evine. Çocuk, kapı önünde yarı baygın yatıyormuş. Eniştesinin huysuzluğunu bildiğinden, Onbaşı tahmin etmiş tabi; alıp evine götürmüş… Çocuk, kendine geldiğinde, artık konuşamıyormuş zaten.”

“Ya ablası! O da mı sahip çıkmamış?”

“Kocasının huysuzluğundan sesini çıkaramamış ki kadın! Hiç acımaz, onu da kapı önüne koyar.”

İki taraf da söylenenleri sindirmek ister gibi kısa bir sessizlik oldu. Sonra yine muhtar başladı konuşmaya:

“Dayaktan sonra çocuk daha dönmedi eniştesine. Gerçi Onbaşı da göndermedi zaten.”

“Çocuğu kurtardı yani.”

“Öyle, ama biraz düşününce kim kimi kurtarmış şaşıyor insan.”

Adam, söyleneni anlamamış gibi baktı muhtara. Durum karışık gibi geldiğinden üzerinde durmadı. Elindeki deftere kısa bir not daha aldıktan sonra başını kaldırmadan sordu:

“İyi bakabilmiş mi bari?”

“Allah var, iyi baktı! Hatta kırılanın yerine yeni kaval da aldı. Fakat çocuk bir daha heveslenmedi. İlk gördüğünde çok sevinmiş ama sonra sönmüş bakışları. Yüzündeki gülümseme çok geçmeden hüzne dönmüş.”

“Hiç mi çalmamış?”

“Hiç! İlk zamanlar yanında taşımış. Sonra onu da bırakmış. Onbaşı da üstelememiş zaten.”

“Hâlden anlayan biriymiş bu onbaşı. Sahi ne iş yapardı bu adam?”

“Aslında eski kabadayılardan. Zamanında çok kişinin canını yakmıştır belki. Nasıl olduysa bu çocuğa kanı ısınmış. Evine aldıktan sonra, ‘Oğlum sen çal, ötesine karışma!’ demiş kaç sefer ama nafile! İştahı kaçmış bir kere çocuğun.”

“Kabadayılığı bırakmamış mıydı?”

“Bıraktı, ama insan bıraksa da nam bırakmıyor sahibini. Adı yine kabadayı işte. Mahalleli de hâlâ çekinir ondan.”

“Olması kolay değil; lakin bırakması zordur, derlerdi kabadayılık için. Demek doğruymuş. Peki, bırakması nasıl olmuş?”

“Demin dedim ya! Bu yetime kol kanat gerince, Cenab ı Hak da kalbini yumuşattı sanki. Son zamanlarda huysuzluğu bile kalmadı adamın. Eski hali gitti, yerine bambaşka biri geldi.”

Muhtar, takkesini eliyle tekrar düzeltti. Sıcaktan, alnında biriken terleri elinin tersiyle silerken derin bir nefes çekti. Adam, meraklı bakışlarını muhtara dikmiş, bekliyordu.

“Sonra olanlar oldu işte” dedi. Bir müddet yine sessiz kaldıktan sonra: “Hepimizi şaşırttı. Ne zamandandır kavalı eline bile almayan çocuğa ne oldu da yüreklerimizden yakalayıverdi bizi, anlayamadık!”

İnce bir esinti başlayınca ne zamandandır hareketsiz duran yapraklar hafiften titredi. Meraklı bakışlarla yanlarına yaklaşmak isteyen birkaç çocuğu oradakilerden biri bağırarak uzaklaştırdı. Dilini sarkıtarak kesik kesik nefes alan yaşlı çoban köpeği, üzerine güneş gelince üşengeç hareketlerle yerinden kalkıp birkaç adım gerideki koyu gölgeliğe bıraktı kendini…

Olanları yeniden hatırlayınca muhtarın tıraşsız yüzündeki izler daha derinleşti. Bir çiçeği koklar gibi sertçe soluklandı. Bakışları uzadı…

Sonrasında çözülen buzlar gibi konuşmaya başladı muhtar. Aktıkça kabaran, kabardıkça derinleşen bir nehir gibi…

Güneşin tepelerde durgunlaştığı saatlerdi, diye başladı söze. Öğle namazından çıkmış, evlere yeni dağılmıştık. Sıcak, gölgeye dahi sinmişti. Başıboş hayvanlar bile kuyruklarını kısıp buldukları ilk gölgeliğe sığınmışlardı. Sonra o sesi işittik.

Mahalleli, kimi sofra başındaydı. Kimi asma altında çekirdek çıtlatıyordu, kimi elleri kıbleye açık duruyordu. Sesi ilk işittiğimde, emin olmak için kulak kesildim. Lokmalar boğazımda takıldı kaldı. Ağustos böcekleri bile sustu o an.

Merakımız arttıkça arttı. Damdakiler de, asma altına oturanlar da, kaylûle hazırlığı yapanlar da fırlayıverdiler iki gözlü toprak eve doğru…

Kerim, kapı eşiğinde bir tahta üzerine oturmuş, yanağına süzülen gözyaşlarına aldırmadan üflüyordu kavala. Üflemek denmezdi aslında buna. Konuşturuyor, kıvrım kıvrım kıvrandırıyordu kavalı sanki.

“Bu çocukta bir hal var!” dedim yetişir yetişmez, ama öylece kalakalmıştım. Yanımdaki daha fazla beklemedi ve içeri hamle yaptı. Koşup gelenlerden bir diğeri de girdi peşinden.

Odanın ortasında yerde boylu boyunca uzanan adamı fark ettiklerinde ikisi de öylece kala kalmışlar. Sonra ağır adımlarla yaklaşmışlar adama. Ancak üzerindeki örtüyü kaldırınca tanıyabilmişler Onbaşı’yı!

Başından takkesi düşmüş, fakat tespihi hala sıkı sıkıya parmakları arasında. Eskimiş, kenarları yıpranmış el işlemeli kilimin üzerinde cansız uzanıyormuş…

 

 

Bu yazıyı paylaş