İnsan, doğduğu andan itibaren hatta anne karnındayken çevresini tanımaya çalışır. Başlangıçta bu faaliyeti bilinçli olarak yapmaz; Allah’ın (celle celâluhu) içine koyduğu ilgi duyma ve merak etme hislerinin fıtrî bir temayülüyle başlar keşif serüvenine. İlk tanıştığı ve hayran kaldığı varlıksa tabiî ki annesidir. Önce onun kalp atışlarını duymuş, sütüyle beslenirken göz teması kurmanın emsalsiz hazzını yaşamıştır.
Kaşif insanın macerası, bir süre sonra gayri ihtiyari fark etme eyleminden, bilinçli öğrenme faaliyetine dönüşmeye başlar. Artık Allah’ın lütfettiği iradî inceleme, araştırma ve taallümle tekemmül etme gayreti içine girmiş olur. Diğer canlılar, gelişimlerini ilhamlarla tamamlayıp kısmi öğrenmelerle geliştirip hayata tutunurken insan, bebeklik dönemindeki fıtrî hayat faaliyetlerinden sonra yavaş yavaş Rabbinin kendisine bahşettiği “şuurlu ve iradî” öğrenme faaliyetlerine başlar ve böylece gelişimini tamamlamaya gayret eder. Mesela; kuzu doğduktan çok kısa bir süre sonra ayakları üzerinde durur, yürür ve annesinin memesini emmeye başlar. Bir bebek ise kendi başına hayati ihtiyaçlarını karşılayamaz, uzun süre annesinin ve yakınlarının yardımıyla hayata tutunabilir. Yıllar sürecek bir öğrenme döneminden sonra kendi hayati ihtiyaçlarını karşılamayı başarır.
Bu tekemmül süreci, taklitten tahkike doğru giden uzun bir yolculuktur. İnsanın kendini, hayatı ve Rabbini tanıma seyahatinin de “ilme’l, ayne’l ve hakke’l-yakîn” keyfiyet merhaleleri vardır.
“Bebek insandan” başlayıp çocuk, genç, olgun ve yaşlı insan süreçlerini yaşayacak olan tahkik yocusu, bu serüvenini kimi zaman tamamlar, kimi zaman da yarıda bırakır ve gider… Cahit Sıtkı; “Yaş otuz beş yolun yarısı” derken ortalama bir insan ömrünün 70 yaş olabileceğini ifade etmek istemiş fakat 46 yaşında son nefesini vermiştir. Dolayısıyla, hayat yolculuğunun “taktir süresi” nazara alınarak o zaman diliminin muhasebesi büyük bir hassasiyetle yapılmalıdır.
Aşık Veysel, “İki kapılı bir handa, gidiyorum gündüz gece” derken insanın doğumunu giriş, ölümünü de iki kapılı bir han olan dünyadan çıkış olarak ifade etmiş ve bu yolun ne zaman sona ereceğini bilememe belirsizliğine dikkat çekmiştir. Hal böyle olunca da insan, her an hesaba çekilecek bir âleme doğru yol aldığının bilincinde, sürekli bir muhasebe duygusuyla yaşaması gerektiğini aklından çıkarmamalıdır.
Kâinatı, en başta da kendi iç dünyasını tanıma gayretinde olan insan, hadiselere mana-yı harfi gözlüğüyle bakabilirse, sebeplerin ardındaki hakikatleri daha iyi görür ve marifetullah yulculuğunda ufkunu sürekli geliştirir.
Hizmet insanları olarak, hem fert planında hem de şahs-ı manevi olarak yaşamakta olduğumuz şu zor günleri ve hadiseleri çok iyi tahlil etmek zorundayız. Tıpkı Hz Musa’nın (aleyhisselâm) Hz. Hızır’la (aleyhisselâm) hayatı anlama yolculuğu ve imtihanı gibi, karşılaştığımız hadiselerin gerçek yüzünü keşfetme çabası içerisinde, azami gayret göstermeli, acziyetimizin bilinci içerisinde, yanlışlara düşmemek için de Rabbimizin inayetine sığınmalıyız.
Hz. Hızır, hikmet yolculuğunun ilk durağında, kendilerinin de içerisinde bulundukları gemiye zarar verir; gemiyle birlikte batma tehlikesi yaşarlar. Hz. Musa’nın ilk imtihanı ve itirazı burada başlar. Öncelikle gemiye zarar verilmesini bir türlü anlayamaz; kendilerinin ve insanların boğulma tehlikesine düşürülmesine itiraz eder ve sebeplerini sorgular. Kendisine, Hz. Hızır korsanların sağlam gemilere el koyduğunu, yolcuları da esir aldıklarını izah edince ikna olur.
Bizim Hizmet gemimiz de son süreçte; ciddi zararlar gördü, çok yaralar aldı. Ferdî olarak maddi-manevi zorluklarımız, imtihanlarımız yaşanmaya devam ediyor. Bir zihniyete göre; bizlere zulüm edenlere boyun eğseydik, yanlışlarına göz yumsaydık, sözde Hizmet gemimiz, hiçbir yara almadan yoluna devam edecekti. Zahiren el üstünde tutulacak, menfaatlerimize kimse dokunmayacak, nefsimiz adına sık sık ödüllendirecek ve maalesef bizler de akan bulanık ve kirli nehre kapılıp gidecektik; tıpkı şu an bir çok farklı cemaat ve grupların düştüğü kirli ortam gibi… Yolsuzluklara, yalanlara, adaletsizliklere müdahale etmeseydik Hizmet gemimiz zarar görmeyecekti itirazını yapanlar, kısmen de olsa eleştirilerine devam ediyorlar: “Hızır’la yolculuk etmenin hikmet pırıltılarını anlayamama bahtsızlığını yaşayarak maalesef.”
Zalimlerin ve şeytanın teklifine boyun eğseydik, bahtsız yolculukta zahiren zarar görmeyecek ama bir iki mil sonra gemimize, ruhumuza ve imanımıza haydutlar el koyacaklardı, Allah korusun…
Hikmet yolculuğunun ikinci safhasında, Hz. Hızır masum bir çocuğu öldürmüştü de Hz. Musa yine bu hadiseyi sorgulamaya ve eleştirmeye başlamıştı. Hâlbuki bu çocuğa verilen aşırı sevgi hem çocuğu yoldan çıkaracak hem de ana-babayı şirke düşürecekti… Hizmet boyutunda da aşırı evlat ve aile düşkünlüğü, yer ve eve olan ilgi ve bağlılık, bizleri hicret ve rıza ufkundan uzaklaştırıyordu. Allah’ın inayetiyle, karşı karşıya kaldığımız cebri hicret, zahiren bizi memleketimizden ve sevdiklerimizden uzak diyarlara yönlendirse de meselenin özünde bizleri istikamete ve hakikate taşımaktadır.
Üçüncü hikmetli hadisede de Hz. Hızır bütün yol yorgunluğuna rağmen yarı yıkık bir duvarı tamir eder, Hz. Musa’nın yine bir itirazı vardır: “Neden yorgun ve takatsiz bir haldeyken duvarı tamire başladık ve neden onlardan yiyecek bir şeyler talep etmedik?” Halbuki bu duvar daha fazla yıkılmadan bir an önce sağlamlaştırılmalıydı. Aksi takdirde duvar yıkılacak ve altındaki kimsesiz kardeşlere ait hazine zamansız ortaya çıkacak, çocuklar zayıf ve kimsesiz oldukları için mallarına zalimler el koyacaklardı. Hz. Hızır hiçbir karşılık beklemeden aç, susuz ve bitkin bir halde iken, fedakârane ve hasbî bir duruşla meseleye yaklaşıyor. Meselenin gerçek yüzünü Hz. Musa’ya izah edince, yapılan müdahalenin Hikmet pırıltıları tekrar iç huzura vesile oluyor.
Bizlerin hikmet yolculuğunda da aynı hasbi duruşu ortaya koymamız esas olmalıdır; karşılıksız, beklentisiz, her türlü zorluklara katlanarak meselelere sahip çıkmamız, rıza-ı İlahi çizgisindeki olmazsa olmaz duruşumuz olmalıdır.
Hizmet kervanının yolcuları olarak, yaşadığımız hadiseleri, Hz. Hızır ufkunda değerlendirme samimi gayreti içerisinde olmalıyız. Ülkemizde ve dünyada yaşadıklarımıza bakılınca; bir kısmımız Yusufiye mektebinde, bazılarımız gaybubet sathında, diğer bir kısmımız da hicretin buruk gurbet ufkunda, Rabbimizin lütfettiği imtihan tezgâhında, sevda halımızı dokuyoruz ilmik ilmik… Hangi halde olursak olalım, meseleleri doğru anlamaya çalışmalı, geleceğin güzel mevsimlerinin hasret nağmelerini besteleme mütevazı çabası içerisinde, hikmet ve ibret yolculuğumuza devam etmeliyiz.