İki Kitabı Birlikte Okuma

Kur’ân-ı Kerim’in nâzil olan ilk âyetinin “Oku!”olması üzerinde birçok âlim durmuştur. O dönemde henüz Arap yarımadasında ve dolayısıyla Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) elinde okunacak bir kitap olmadığı halde ilk emrin okumayla başlaması çok manidar görülmüştür. Buradan hareketle, Kur’ân ile beraber okunacak kitabın aslında kâinat olduğu, Kur’ân’ın kâinatın bir fihristi veya kılavuzu gibi görülüp bütün ilim dallarına bu perspektiften yaklaşılması gerektiği, ilmin önemi, akıl ve kalb birlikteliği gibi hususlar araştırma konusu olmuştur.

Bu iki kitabın okunması ve muhtevasının anlaşılması, bunları en iyi anlayan ve anlatan Efendimiz Hazreti Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) fevkalbeşer yönüyle çok iyi tanımaya ve anlamaya bağlıdır. Dünya ve ahiret mutluluğunun kazanılması, maddî ve manevî dertlerimizin çözümü, insanlığın mutluluğuna dair hayallerimizin gerçekleşmesi, Efendimizin rehberliği yani, sünnet-i seniyyenin ihyası ile mümkündür.

Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) en birinci ve en önemli vazifesi, Rabbimizi tanıtmak ve sevdirmek, emir ve yasaklarını bildirmek, insanlığın dünya ve âhiret mutluluğunun formülünü muhtaç gönüllere taşımaktır. Fakat bu kâinatın maddî yönünü ve dünyayı bütünüyle ihmâl eden bir anlayış değildi.

Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’da Efendimizin insanlara hakkı duyurma mevzuunda kendisini parçalarcasına gösterdiği gayrete, fevkalâde hassasiyet ve samimiyetine işaret eden, “(Habibim) Şimdi, bu söze inanmazlarsa, demek sen onların ardına düşüp neredeyse kendi kendini yiyip tüketeceksin!” (Kehf, 18/6) ve “(Habibim) Onlar iman etmiyor diye, üzüntüden neredeyse kendini yiyip tüketeceksin” (Şuara, 26/3) ayetlerini sadece Allah’ın varlığını ve birliğini tebliğ olarak yorumlamak kısır bir görüştür. Bu gayretin nihaî hedefi, Allah’ı ve İslâm’ı bildirip tanıtmanın ötesinde, bugünkü ilimlerin ışığında, kâinat kitabını okuma, yeni terkiplere ulaşma ve insanlığın dertlerine Kur’ân ve hadislerden çareler aramadır.

Efendimizden sonra peygamber gelmeyeceğine göre, dünyada insanoğlunun huzur ve rahatını, medenîce yaşama ortamını, dünyaya gelişindeki aslî vazife ve sorumluluğunu temin edecek olan; ilmiyle amil âlimler ve tahkikî iman sahibi Müslümanlar olacaktır. Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde, “(Gerçek) Âlimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleridir. Onlar benim ve diğer peygamberlerin vârisleridirler” (Suyutî) buyurmuştur. Başka bir hadislerinde de, “Kim ilim tahsil etmek için (evinden ve yurdundan) çıkarsa, geri dönünceye kadar Allah yolundadır” (Tirmizi) buyurmuşlardır.

Okumalı, ama neyi, nasıl okumalı? Efendimiz Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Allah’ım! Faydasız ilimden sana sığınırım” (Tirmizi) buyurarak gerçek, faydalı ilme bizi yönlendirmişlerdir. Gerek kâinata ve gerekse onun bir fihristi olan insanın maddî-mânevî yapısına ait her türlü ilim bize Rabbimizi tanıtan yoldaki işaretlerdir. Kaynaklardan ve âlimlerden okuyarak ve dinleyerek ilim elde etmek; bizi Rabbimize yönlendirip götürüyorsa, Resûlullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) tanıtıyor, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’ı anlamaya ve ahlakıyla ahlaklanmaya, insanlığın problemlerine çözüm bulmaya vesile oluyorsa, faydalıdır. İnsanlığın hayrına ve faydasına olmayan, her türlü bilginin, fuzulî bir yük olacağı unutulmamalıdır.

İnsan, eşyanın hakikatini öğrenmek için okumalıdır. Bilginin değeri nötrdür; o bilgiye değer katan, mânâlandıran ve insanlığın hizmetinde hayırlara vesile olmasını sağlayan; ilim adamlarının niyet ve nazarları veya diğer bir ifadeyle ahlaklarıdır. Atomun içindeki saklı müthiş gücü keşfettikten sonra onu atom bombası yapımında kullanarak binlerce insanı bir anda yok etmek de elektrik üretmekte kullanmak da röntgen cihazıyla hastalık teşhis etmek de atom hakkında bilgi sahibi olmanın neticesidir. İnsanlığın hizmetinde olacak bu mânâdaki ilmi, Efendimiz, “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” (Beyhaki), “İlim öğrenmek, kadın erkek her Müslümana farzdır” (İbn-i Mace) ve “İki günü müsavi olan zarardadır”(Beyhaki) şeklindeki beyanlarıyla teşvik etmektedir.

Victor Hugo, “İlim kapısı herkese açık olmalı ve insanın olduğu her yerde kitap bulunmalıdır”veciz ifadeleriyle okumayı teşvik etmiştir. Aslında her varlık bir kitaptır. Canlıların her birinin genetik sistemleri bir kitap gibi harflerle yazılmıştır. İnsanın yüzü çok özel bir kitaptır. Ancak her kitap kendisini merak edip araştıranlara açar sayfalarını. Bir botanikçinin bir yaprak veya çiçekte gördüğünü, o sahayı hiç merak etmemiş birisinin görmesi pek mümkün değildir.

Bütün kâinatın hikmetli bir şekilde içine derç edildiği ve bütün varlıkların fihristi, en büyük kitap olan Kur’ân-ı Kerim de diğer kitaplar gibi kendisini merak edip araştırmayanlara kapısını açmaz. Zaten insanlığın en büyük kaybı da budur. Geçmiş aydınlık çağların bazı dönemlerinde Kur’ân kendisine yönelenlere karşı âyetlerini açtığı zaman, keşifler, icatlar birbiri ardına gelmiştir.

Nesillerimizi Kur’ân-ı Kerim’i kâinat kitabıyla birlikte okuyabilecek, akıl ve kalb izdivacının doğurduğu tefekkür ufkunda yolculuk yapacak kıvamda yetiştiremediğimiz müddetçe, İslâm dünyasının belini doğrultup dünyada söz sahibi olması mümkün değildir.

Hayvanlar da insan gibi beş duyuya sahiptir fakat insana akıl, irade, şuur ve mânevî dünyasına ait lâtifeler verilmiştir. Hayvanlar duyularını sadece yeme-içme ve nesillerini devam ettirme gibi fonksiyonlar için kullanabilirler. Fakat insan, kendisine bahşedilen donanımı, kâinat kitabını okumak için kullanabilir.

Rabbimiz, Alak suresinin ilk âyetlerinde okumanın önemine, sonra insanın yaratılışına, Allah’ın ikram ettiği nimetlerin büyüklüğüne temas edip eğitimin önemine vurgu yapmaktadır: “Yaratan Rabbinin adıyla oku.İnsanı (rahim cidarına) yapışan bir hücreden yaratan. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretendir” (Alak, 96/1–5). Âyetlerin bu sırada dizilmesi bile başlı başına bir mucizedir. Okumadan yazılamayacağı, okumadan nail olduğumuz nimetlerin gerekli şekilde takdir edilemeyeceği nazara verilmektedir.

İnsan ilim ve irfandan, gerçek mânâda okumak ve yazmaktan mahrum kaldığı takdirde, kendini bile tanımaktan âciz bir varlık durumuna düşer. Kendini okumayan, tanımayan bir insanın, Rabbini de tanıması mümkün değildir. Onun için insan, Rabb-ül âlemin olan Allah’ın “Oku!” emrine kulak verip ömrünün bir kısmını mutlaka ilme ayırmalıdır. Hiç olmazsa 24 saatinin bir saatini, farz olan ilmi öğrenmeye ayırmalıdır ki kâinattaki yerini ve Allah indindeki değerini iyi tayin edebilsin.

Kur’ân-ı Kerim kenz-i mahfi, yani gizli bir hazinedir. İman o hazinenin anahtarıdır. Kalbiyle Allah arasındaki engelleri kaldırarak Kur’ân’a yaklaşan her insan, o hazineden istifade eder. Mü’min, Kur’ân’ı hayatına ruh yaptığı zaman, diri ve canlı kalır. Kalbini ona tam veremeyen insanlar, ondan gerçek mânâda istifade edemez ve dünyanın fâni şeyleri içinde boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. İnanan insanlar, yaşadığı çağın şuurunda olur, dünya ve ukba muvazenesini kurar, şer’î ve tekvinî emirlere aynı derecede önem verirler. Akıl ile kalb, ruh ile beden, madde ile mânâ, dünya ile âhiret dengelerini hassas şekilde muhafaza eden bir insana Allah, sıkıntılarını fırsatlara çevirmeyi lütfeder. Çile ve ızdırapları yok eder ve merhametiyle muamelede bulunur.

İslâm dünyası diyebileceğimiz bir dünyanın bugün olmamasının en önemli sebebi, Kur’ân ile kâinatın, dünya ile âhiretin birlikte ele alınmamasıdır. Onun için, ne kâinatı gerçek mânâsıyla okuyup ilimlere mevzu edebiliyor, ne de Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’ı hakiki mânâda anlayabiliyoruz. Böylece her ikisi de yetim kalıyor. Müslüman dünyası aklını, ilmini ve iradesini kâinat kitabını okumaya yöneltmediği müddetçe bu durum kötüleşerek devam edecektir. Kâinâtı anlatan Kelâm-ı ezelî ve ebedî olan Kur’ân’ı anlamaya ve anlaşılan hususları yaşamaya yönelmeden de beşerin huzuru ve kurtuluşu adına önemli bir adım atılması mümkün olmayacaktır.

Kur’ân-ı Azimüşşân ve kâinat kitabını birlikte okuyup mütalâada bulunma ve marifet arayışında olma, ruhun en önemli gıdalarındandır. Bunun için de Kur’ân-ı Kerim’i okuyup anlayan, meal ve tefsirle meşgul olanlar ile bundan mahrum olan fakat fen dallarında ihtisas yaparak kâinat kitabını okuma yolunda mesafe kat etmiş olan akademisyenlerin müzakereli okumalar yapmaları başlangıç için çok önemlidir.

Kütüphaneler dolusu eseri miras olarak bırakıp giden ecdadımızın, tarihin belli bir döneminde ortaya koyduğu harika çalışmalar bugün Batı’daki bilim ve teknoloji müzelerini süslerken, sadece hamasetle övünerek nutuk atmanın hiçbir faydası yoktur. Bizlerin sahip çıkıp koruyamadığımız en az beş asırlık bilgi birikimi üzerinde dünyadaki ilim mahfilleri durmadan çalışmaktadır. İlim ve teknoloji adına utanılması gereken bu manzara karşısında, yapılması gerekeni fark edip ilkokuldan üniversitelere kadar eğitim müesseseleri kurarak, düştüğümüz yerden kalkma gayretindeyken, çelme takıp tuzak kurup bu nesillerin yolunu kesmeye çalışanları ise anlamak mümkün değildir.

İman ve Kur’ân-ı Kerim için hayatlarını verenler, gülmeyi unutup hüzünle kendilerini Hakk’a adayanlar, iyi niyetlerinden dolayı bazen aldansalar bile hiçbir zaman aldatmamışlar ve aldatanlara karşı bile adâletten ayrılmamışlardır. Zaten tamir etmek de yine bize düştüğüne göre, hiçbir şey olmamış gibi tekrar “Vira bismillah” deyip yeni şartları ve zamanın yorumlarını nazara alarak istişare ile karar verip yapılması gereken hususların bir ucundan tutup işe başlamalıyız.

Bu yazıyı paylaş