Üstad’ın Manevi Evladı ve Aslanı Mustafa Sungur

Hüsrev Altınbaşak, Zübeyir Gündüzalp, Mehmet Feyzi ve Bayram Yüksel ağabeyler gibi, Mustafa Sungur ağabeyimiz de seyyiddir yani evlad-ı Resuldendir. Kendisi 29 Eylül 1929 tarihinde, Safranbolu’nun Eflânî nahiyesinin Çalışlar köyünde dünyaya geldi. Babası Mehmet Efendi, annesi Cemile hanımdır. Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsünü bitirip kendi köyünde bir müddet muallimlik yapmıştır. 1946 senesinde Muallim Ahmed Fuad, Mustafa Osman, Hıfzı Bayram, Mehmed Feyzi ağabeyler vasıtasıyla Risaleleri tanımıştır.

Mustafa Sungur ağabey, Üstad Hazretleriyle olan görüşmelerini şöyle anlatıyor:

“1946–1947 seneleri, Risale-i Nur’u tanıyıp okumam, iman davasına âşina olmam yıllarıdır. Ona talebeliği en büyük nailiyet telakki ettiğim, ezelî ve ebedî bir nura yöneldiğim yıllarıdır. Ah o yıllar, hayali bile cihana değer…

Emirdağ’a gelinceye kadar yolda heyecanımız son hadde varırdı. Üstad’a kavuşabilmekteki sonsuz sevinç ve iştiyakımıza had yoktu. Evet, orada Emirdağ’da varlığımızın bütünü ile bağlandığımız birisi vardı. Sanki o bizim her şeyimiz idi. Bizim kalblerimizi derinden etkilemişti. Onda gördüğümüz şefkat, merhamet sebebiyle en müşfik manevî bir baba ve ana gibi ona koşardık. O bizim sebeb-i hidayetimiz, vesile-i necatımız, büyük Üstadımızdı.

O günleri hayal eder, Emirdağ’a doğru yol alırken ve yakınındaki küçük tepecikte Emirdağ’ın evleri görünüp kasabaya girerken, nihayet Çalışkanlar dükkânından şefkatli sinesine ulaşırken, o anları hatırladığımda gözyaşlarımı tutamam… Şüphe yok ki benim gibi onun Nur’undan hayat bulan herkes, bu tatlı gözyaşlarını tutamamıştır. Çünkü onun huzurundaki anlar, dakikalar, saatler, şüphe yok ki âlem-i bekadan birer sahneydi. Sonsuzluğa doğru uzanan hayattar ve nurlu safhalar idi… Huzur-u Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir in’ikâsı idi. O saatler, o dakikalar, ‘Bir dakika vücud-u münevver, milyon sene vücud-u ebtere müreccahtır’ denilen sırra mazhardı. Evet, onu bir timsal-i rahmet, bir mücessem şefkat gördük ve bulduk. Hâlıkımızın nihayetsiz lütfuydu o… Gecemizi gündüze kalbeden bir nur, bir şems-i manevî idi.

Ey şefkatli bakış! Ey hayat saçan göz! Ey Kur’an’dan aldığı nurunu âleme sultan eyleyen bahtiyar ruh! Risale-i Nur’unla, ilim ve irşat mahiyetinde ebedîleştiğin için, aynı şefkat, aynı bakış, aynı nurunla daima yaşıyor, daima devam ediyorsun. Sungur’un gibi yüz binler, milyonlar Said’lerin yine senden ümit ve hayat ışığı almaktadırlar… Sana duacı ve davana hâkimdirler… Buyurduğun gibi, hayatın onlarla devam ediyor. İnşallah tâ be-kıyamet devam edecektir. O yüz bin Said’lerin, senin iman ve Kur’an davana en derin ruhlarından hâdim ve nâşirdirler. Hadiselerin dev-misâl dalgaları karşısında yılmayan, çözülmeyen, bölünmeyen bir azm ü sebat içindedirler… Senin ruhun ve mânâ-yı hakikin olan Nur-u Kur’an’dan derslerini her daim almaktadırlar. Risale-i Nurile senin ile beraberdirler. Rabbim ebediyen ayırmasın, bir ve beraber kılsın. Habib-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kur’an-ı Hakim ve Esmâ-i Hüsna ve İsm-i Âzam hakkı için Ya Rabbi! Âmin.”

Peki, Sungur ağabeyin bu hissiyatına karşı Üstad Hazretleri ona nasıl bakıyordu? Ahmet Gümüş bir hatırasını şöyle naklediyor:

“Bir gün Isparta’da, Üstadımızın huzurundaydık. Bir ara Sungur ağabey dışarı çıktı. Üstadımız, ‘Ahmet, sen benim Sungur’umu tanır mısın?’ diye sordu. ‘Tanırım Üstadım’ dedim. Bunun üzerine, ‘Sungur, “Aslan” demektir. Aslanım olan bu Sungur, Rus ordusundan kuvvetlidir!’ dedi.”

Evet, Sungur ağabeyimiz, Üstadının hem evlâd-ı mâneviyesidir hem de aslanıdır…

1970’li yılların başında, Konya’da Ahmet Gümüş’ün annesi vefat edince, merhum validesinin cenaze namazını kılmış, Üçler Mezarlığına doğru tabutunu taşıyorduk. Biz öndeyiz, Sungur ağabeyimiz de arkadan geliyordu. Birden karşımıza Mevlana Hazretlerinin Yeşil Kubbesi çıktı. İçimden, “Ne güzel! Ah Üstadımızın da böyle bir türbesi olsaydı” diye geçirdim. Sungur ağabey, “Abdullah kardeş, Üstadımız kabrinin bilinmesini istemiyordu. Bize de öyle vasiyet etmişti” deyiverdi. Bu, ona ihsan edilen bir kerametti. Belki de bir intâk-ı bi’l-haktı.

Yine böyle bir kardeş, kalbinden geçen bir soruya verdiği cevabı hatırlattığında, o mübarek ağabeyimiz mahcup bir tavır takınarak, “Kardeşim biz âciziz, bunlar Rabbimizin ikramlarıdır” demişti.

Sungur ağabey, Risale-i Nurları, kana kana ve ağlayarak okur ve derin feyizler alırdı. Böyle geç vakitlere kadar okuduğu ve kalbinin iman hazzıyla coştuğu bir gece, rüyasında ilk defa Üstad’ı görür. Üstad, köylerinin câmiinden çıkmış cübbe ve sarıklı haliyle, bütün haşmetiyle kendisine doğru gelmektedir. Eski bir evin avlusunda Üstad’la karşılaşır ve Sungur ağabey, Üstad’ı manevî bir babaya kavuşmuş bir evlat hasretiyle kucaklar. Bu esnada Üstad, Sungur ağabeyin ağzına bir şeyler üfler. Sonra yağmur yağar. Üstad orada hazır bulunan bir kuyuya atlamasını söyler. Sungur ağabey, kuyuya atlar atlamaz bir anda kendini muhteşem manzaralı bir köşkün önünde bulur. Böylece rüyadan uyanır. Bu sırlı rüyanın tesiri uzun zaman üzerinden gitmez. Daha sonra Üstad Hazretleriyle karşılaştığında rüyada gördüğü cübbeyi Üstad kendisine hediye eder. Artık bu rüyanın ardından harikulade haller birbirini kovalar.

Hayırlı işlerin çok muz mânileri olur. Şeytanlar onlarla çok uğraşır. Ali Ulvi Kurucu ağabeyin ifadesiyle, bu Hizmetin hâdimleriyle şeytanların kurmayları uğraşır.

Sungur ağabeyimiz bu hususta şunları söylüyor:

“Üstad’ın hizmetinde kalbî vartalardan kurtulmak kolay değil. Sadece bu yönü ile büyük bir imtihandır. Çünkü kalbinizden geçeni bilip sizi onunla muaheze ediyor! Bir gün Üstad’ın hizmetinde beraber olduğumuz bir kardeşle aramızda kalbî bir gerginlik olmuştu. Üstad bizi gezmeye götürecekti. Gerginliği hissetti ki tam arabaya bineceğimiz sırada: ‘Sungur, sen geri dön, Patnos’tan gelen mektuba cevap yaz!’ dedi, Zahiren, ‘Peki efendim’ dedim, efeliğe toz kondurmadım, ama gelin içimdeki fırtınayı bana sorun. O kardeşin Üstad’la gidip de benim geride kalmam, gerginliğimi artırdıkça artırdı. Neredeyse isyan edecektim. ‘Onu, bana tercih etti’ diye düşünüyor, içim içime sığmıyordu. Büyük bir vartaya yuvarlanıyordum. Hatta bir ara içimden oraları terk edip gitmek geçti. Zihnimden önce Eflânî, sonra Ankara ve İstanbul’a gitmek geçti. Sonra, ‘En iyisi Ravza-i Mutahhara’ya varıp Resulullah’a türbedar olurum’ dedim. Böyle düşünürken birden bir hâl oldu, sanki sema yarıldı, Ravza-i Mutahhara ortaya çıktı, içinden Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) göründü. ‘Sen Bediüzzaman’ı Türkiye’de bırakıp buraya nasıl gelirsin? Doğru onun hizmetine geri dön!’ diye beni şiddetle azarlamaya başladı! Hayal değildi, sesini duyuyor ve zatını görüyordum.

O hal gözümün önünden gittikten sonra içimdeki o gerginlik birden boşalıverdi. Kalbim, kadife gibi yumuşak bir hâl aldı. O kardeşime karşı menfi en küçük bir şey hissetmediğim gibi, o an gelse, ayakkabısını silecek kadar ona karşı bir hürmet ve muhabbetle doldum. Hele Üstadımız dönüp geldiğinde arabanın korna sesini işitip karşıladığımda, koluna girip merdivenlerden çıkarken, ‘Benim Sungur’um!’ diye iltifat etmesi üzerine, içimde en küçük bir şey kalmaz, tam tedavi olurduk.”

  1. Fethullah Gülen Hocaefendi, Mustafa Sungur ağabeyle ilgili kanaatini şöyle ifade ediyor:

“Bizim daire içinde çok dikkatli namaz kılan arkadaşlarımız var. Ben büyüklerden gördüğüm Tahirî ağabey, Sungur ağabey, rahmetli Cahid Erdoğan… Size deseler, iki tane namaz kılan gösterin? Dersiniz, eskiden Hüsrev Efendi varmış, şimdi de Sungur ağabey var. Millet kendini namaz kılıyor zannediyor. Kim onu öyle bal-kaymak yudumluyor gibi, secdede ayrı bir derinlik, kavmede ayrı bir derinlik, hatta üzerinde namaz kıldığı halının nakışlarını görmeyecek kadar gözleri öbür âlemde, yanına gelmişler, gitmişler. Şimdi Sungur ağabeyin ufkunu yakalayabilmek için Hz. Üstad’ın huzurunda bulunmak, o insibağı yaşamak lâzım biraz. Onun gizli açık hayatında öyle enginliklere vâkıf olmuşlar ki bakışının bizim bakışımız seviyesinde kalması düşünülemez, çok farklı bakıyor, farklı görüyor. Biz bakar-kör gibi bakıyoruz ona… Onun o hususî kıyafetle şöyle böyle bir insan olarak görüyoruz. Oysa onun mânâsı, cismaniyetini aşkın olduğundan dolayı ihtimal o, mânâda bir mecazîdir. Ama Allah o mecazî mânâya bir güç vermiş, kapıyı da kapamıştır. Onlar muhtevayı görüyorlar. Zarfa değil de mazrufa bakıyorlar. Belki zarf silinip gidiyor, tamamen mazrufu gördüklerinden, böyle bir görme her zaman olmuştur. (…) Bugün dünyanın dört bir yanında hicret buutlu bir göç dalgası varsa, bu anil-merkez (merkez-kaç) güçten kaynaklanmaktadır. Bu gücün arkasında arpa kadar bir şeyi hediye olarak kabul etmeyen Hz. Bediüzzaman vardır. Hulusî Efendi, Zübeyir Gündüzalp, Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Abdullah Yeğin ve emsali dava erleri vardır. Hayatlarını Allah Resulünün Suffe Ashabı gibi geçiren ve Sahabe saffetinin temsilcileri olan kişiler vardır.

Evet, işte o dönemde etrafa saçılan ışıktan tohumlar, o tohumlar üzerine bina edilen büyük kompleksler ve dünyanın yedi bucağında açılan okullar, yurtlar, pansiyonlar, hep bu ilklerin izinden giden insanların gayretleriyle oldu. Onlar bu samimi zeminde samimiyet soluklaya soluklaya yetişmişlerdi.”

Sungur ağabey de şu takdirkâr ifadeleri beyan ediyor:

“Bu zamanda hakikat-ı Kur’aniyede saf tutan kardeşlerimizin manevî hüviyetini ihatadan âcizim. Bilhassa Fethullah Hocaefendi hakkında, ‘O zatlara arkadaş olmak, kardeş ve beraber olmak hepimiz için birer mazhariyettir. Bir lütf-u İlahîdir. Böyle masum ve yıldız misal zatlarla daima iftihar ederiz. Onlar bizim şeref tacımızdır.”

Sungur ağabey, en yakınlarına ve arkadaşımız Nevzat Bey’e aynen şunları da söylemiştir: “Biz, Üstadımızın hizmetkârlarıyız. Fethullah Hocamız ise, Üstadımızın vekil-i aslîsidir.”

Cenab-ı Hak onların hepsinden razı olsun.

Ağabeyimiz 1 Aralık 2012 tarihinde vefat etti. Bir gün sonra cenaze namazına katılmak nasip oldu. Cenab-ı Hak, sonsuz rahmetine mazhar kılsın ve bizleri de şefaatine nail eylesin.

Bu yazıyı paylaş